Yıldız Moran, Türk fotoğrafının akademik eğitim almış profesyonel anlamdaki ilk kadın fotoğrafçısı.
Ülkemizde fotoğraf sanatının pek de anlaşılmadığı 1950’li yıllarda inat ve dirençle bu işe devam etmesinden dolayı bu unvanı hak ettiğine inanıyorum. Çocuk yaşlarda eğitim hayatının istediği gibi gitmemesi üzerine dayısının yönlendirmesiyle fotoğrafa başlamış Moran ve eğitim almak için İngiltere’nin yolunu tutmuş. Bloomsbury ve Ealing Teknik Kolejinde fotoğraf eğitimi aldıktan sonra ünlü fotoğrafçı Barron’la ve Olde Vie Tiyatrosu’nun fotoğrafçısı John Vickers ile çalışma imkanı bulmuş. İngiltere ona yetmemiş ve soluğu İtalya’da almış. Derken İspanya, Portekiz, Kuzey Afrika gibi sayısız ülkede fotoğraf çekmiş ve sergiler açmış.
Uzun soluklu bir Avrupa macerasından sonra 1950’lerin başında yurda dönmeye karar vermiş. İstanbul’u ve Anadolu’yu gezerek fotoğraf çekmiş. Sonra Beyoğlu’ndaki Maya Galerisinde açtığı bir stüdyoda çekimler yapmaya başlamış ve hatta bu stüdyoda eserlerini daimi sergileyerek dönemin gazetelerinde “kapanmayacak bir sergi’’ unvanıyla bahsedilmiş bu genç hanımın stüdyosundan. Ama maalesef işler pek de Moran’ın istediği gibi gitmemiş. 1955’te verdiği bir röportajda kendisine açtığı sergiler sorulduğunda bu konuyu şöyle cevaplamış: “Biri Cambridge’de, Trinity Kolejinde bir günlük bir sergi idi. Yirmi beş fotoğraf sattım. Burada yirmi-otuz lira gibi fiyatlar koyduğum halde daha bir tanecik satılmadı.’’ Fotoğraflarının satılmama nedeni kötü olmaları değil; henüz ülkemizde fotoğrafın sanat olarak görülmediği, insanların para verip fotoğraf almadığı yıllar olmasından kaynaklanmış ama yılmamış.
Fotoğraftan yeterince para kazanamayınca yılbaşı kartları yapmaya karar vermiş. İlk çıkan baskılar onu hayal kırıklığına uğratınca o da bir arkadaşının tavsiyesi üzerine Özdemir Asaf’ın matbaasının yolunu tutmuş. İşte bu yol ayrımı Moran’ın hayatını keskin bir çizgiyle ikiye bölmüş. O günü şöyle anlatmış Moran:
“Yaşamımı sürdürebilmek için para kazanmam gerekliydi. Yılbaşı kartları yapıp satmak, para kazanmamı sağlayabilir diye düşündüm. Anlaştığım matbaa çok kötü basmıştı kartlarımı. Tam umutsuzluğa düşmüşken, bir arkadaşım Özdemir Asaf’ı önerdi. ‘Hem şairdir, hem de titiz ve güzel baskılar yapar’, dedi. İş konuşmak için Özdemir Asaf’ın matbaasına gittim. Tarihini de verebilirim tanışmamızın; 4 Kasım 1954, saat 11.00. Kelimelerle dile getirmek zor. Duygulu, kibar, hiç görülmemiş ve bir daha göremeyeceğim bir insandı Özdemir Asaf. Pırıl pırıl bir zeka, renkli, yepyeni, bambaşka bir dünyaydı o. Olağanüstü bir insandı kısacası…’’
Bu tanışmanın ardından şair Özdemir Asaf’a aşık olan ve bir süre sonra kendisiyle evlenip üç çocuk annesi olan Moran, bir şiir yazma biçimi olarak gördüğü fotoğraf sanatını bir şair için ikinci plana atmış. Bir röportajda o dönemi şöyle anlatmış “Yirmi dört saat düşünülen, yaşanılan, ikinci plana atılamayacak bir konudur fotoğrafçılık. İnsana, yaşama özgün, bir aşamanın bir yerini kavramsal olarak dolu, yoğun, ağırlıklı olarak verebilen kişidir fotoğrafçı(…) Birden yirmi dört saatimi bu konuya mı vereceğim, yoksa daha önemli konular var mı benim için diye düşündüm. Daha önemli şeyler olduğuna karar verdim ve on iki yıl sonra bıraktım bu işi(…) Dört yıl içinde üç çocuk sahibi oldum ve artık tüm 24 saatlerimi çocuklarıma adadım.” Sonraları fotoğrafa tekrar dönmek istese de yapamamış Moran. “…Sonra üç çocuk dünyaya getirip fotoğraftan uzaklaştım. on yıl kadar hep yine başlamayı umdum. Ama arayı açtıktan sonra çok zor, acımasız bir konu. Çok geniş olanakları var. Çok güzel bir anlatım yolu. Düzeyini korumak için büyük çaba gerekli. Her sanatta olduğu gibi. Yarım olacak iş değil. Hiç yapmamak daha iyi.”
Boynu bükük bıraktığı fotoğraf tutkusunu Ses Dergisi’ne verdiği bir röportajda şöyle anlatmış; “Fotoğraf makinesi o denli varlığınızın bir parçası olmalıdır ki; konu ile aranızda bir engel oluşturmasın. Şiirselliği olan her şey sanat fotoğrafının konusudur, fotoğraf aracılığıyla evrensel olan ve işlenen konunun kavramını içeren fotoğrafı çekmek tek amacımdı.” Onun bu söylemi bana Samih Rifat’ın şu cümlesini hatırlattı; “Fotoğrafa en yakın sanat dalının, yaygın olarak sanıldığı gibi resim değil yazı, daha doğrusu şiir olduğunu düşünmüşümdür her zaman.’’ Moran’ın da kendine has şiirsel üslubu, portresini çektiği insanlara karşı gösterdiği nezaket ve saygısı, ince işçiliği kendisinden hep söz ettirmiş. “Konu insandır benim için. Ben onunla iki insan olarak bağımı kurarım. Fotoğrafçı olmam hiçbir zaman ön planda değildir. İkimiz selamlaşırız, konuşuruz, dertleşiriz.’’ Çektiği fotoğraflarda merkeze hep insanı koymuş ve sanatta hep bir anlam aramış. “İçindeki mana yeterli değilse, ışık ve kompozisyon ne kadar mükemmel olsa da çekmem,’’ diyecek kadar..
Moran, 1982 yılında İDGSA Fotoğraf Enstitüsü tarafından onur üyeliğine layık görülmüş. Fotoğraf adına daha sonra girişimleri olmuş ancak eşi Özdemir Asaf’ın ölümünün ardından kendisini sadece çeviriye ve babası Vahit Moran gibi sözlük yazarlığına vermiş. En ilginç yanı ise 1992’de yayınladığı Eşanlamlı Sözcükler ve Karşıt Anlamları Sözlüğü’nde fotoğraf, fotoğraf makinası, kamera, karanlık oda, film gibi sözcüklerin yer almamış olması. Kendisi bunu bilinçlice mi yapmış yoksa yarım bırakmak durumunda kaldığı fotoğraf sanatına bilinçaltında bir veda mı etmiş anlamak güç. Ancak “Küçük heyecanlar sanat olamaz, büyük heyecan duyulmalı,’’ diye bahsettiği fotoğraf heyecanının ömrü boyunca devam ettiğini biliyoruz. 1995’te Moran’ın vefatının ardından günümüze kadar adına ulusal ve uluslararası platformlarda çeşitli fotoğraf sergileri açılmış ve adı hep fotoğrafla beraber anılmaya devam ediyor. Bunun sebebi sadece ülkemizdeki ilk eğitimli kadın fotoğrafçı olması değil elbette. Sanırım onu zamanın ötesine taşıyan şey, kendisinin benzerine az rastlanır fotoğraf gözü.
Siz de fotoğrafı alelade bir düzyazı değil bir şiir, geçici bir heves değil bir tutku olarak görenlerdenseniz Moran’ın ilham verici çalışmalarına bir göz atmanızı öneririm..
Yıldız Moran internet sitesi: http://www.yildizmoran.com.tr/