Chris Killip, yoğun gözleme dayalı ve çektiği topluluklara derinlemesine nüfuz eden fotoğraflarında, sanayisizleşmenin sancılı etkilerini yakalayarak sıradan insanların hayatlarını katıksız olduğu kadar şiirsel ayrıntılarla kaydetti. Bu siyah beyaz görüntüler, 1980’lerin Britanya’sının en önemli görsel kayıtları arasında sayıldı ve Gerry Badger’ın da tanımladığı gibi “Thatcher’ın temsil ettiği her şeye muhalif bir bakış açısıyla elde edildi.”
Killip 1946’da Man Adası’nda doğdu, 16 yaşındayken okulu bıraktı ve boş zamanlarında ada sahillerini fotoğrafladı. Bir belgesel fotoğrafçısı olarak kişisel pratiğini geliştirmeye karar vermeden önce, 1964’te Londra’daki ticari bir fotoğrafçının asistanı olarak çalışmaya başladı. 1970’lerin başında geceleri babasının birahanesinde çalıştı, gündüzleri de fotoğraflarıyla Man Adası’nın kaybolan geleneksel hayatını yakalamaya koyuldu. Üretmeye yönelik kapsamlı yaklaşımını belirleyen, fotoğraflarının ana konusu olarak bölge halkını seçmesini sağlayan da bu tecrübe oldu.
1974’teki madenci grevinden etkilenen Killip, 1975’te Newcastle’a taşındı, Kuzeydoğu’nun insanları ile onların yitip gitmekte olan endüstriyel manzaralarını fotoğrafladığı uzun süreli projesine girişti. Çoğu 4×5 filmle üretilmiş bu siyah beyaz kareler, Killip’in madenci, balıkçı ve gemici toplulukların parçalanmasına yönelik öfkesinin yakıcı ifadeleriydi: Dev bir tanker gemisi arka planda belirirken sokakta oynayan Tyneside’lı çocuklar, dalgalanan baca gazı dumanıyla çerçevelenen metruk sıra evler, ümitsizce duvara çömelmiş genç bir dazlak…
Çoğu zaman kasvetli bulunsalar da bu kareler Martin Parr’ın ifade ettiği gibi “Britanya’da alışık olmadığımız bir belgesel fotoğraf türüydü… İşçi sınıfının hayatını gülünç temsilinden kurtararak doğrudan, duygulardan ve nostaljiden uzak, daha öznel bir bakış açısıyla gösteriyordu.” Bu, Killip için öznelerinin, yani sanayisizleşme sürecinde yaşam savaşı veren işçi sınıfından insanların hakiki anlarını onları değersiz siyasal metaforlara indirgemeden yakalamak anlamına geliyordu. Clive Dilnot’ın ileri sürdüğü gibi, Killip’in fotoğrafları sınırlandırılmış keşif noktalarına odaklanıyordu: Killip’in özneleriyle kişisel ilişkiler kurabileceği kadar küçük topluluklara.
Killip, 1983-1984 yıllarında 14 ay boyunca Northumberland’in Lynemouth sahilinde bir karavanda yaşadı. Burada yerel halk tarafından şüpheyle karşılanmasının ardından sahile vuran kömür artıklarını toplama işiyle uğraşan, yoksul ve güvencesiz topluluğun güvenini kazanmaya soyundu. Alışılagelmiş haberciliğin sınırlarını aşan ilişkileri, öznelerinin haysiyetli ve dokunaklı mücadelesini yansıtan derinlikli portrelerini ortaya çıkarmasını ve çelişkili hisleri uyandırmasını sağladı.
Etrafa dağılmış döküntülerle dolu sahilde hulahop çeviren küçük kızın fotoğrafı, ilk bakışta masumiyetin ve hayallerin portresiymiş gibi görünüyor. Ancak, dikkatle bakıldığında, fotoğrafın tuhaf açısı ve karamsar arka planı (Killip’in Kuzeydoğu’da çektiği diğer birçok genç gibi) fotoğraflanan bireyin hayatını acımasız ve tanımlanamayan bir gücün belirlediğini göstermeye yetiyor.
Killip’in siyah-beyaz belgesel fotoğrafçılığa odaklanmayı 1980’lerde de sürdürmesi, bu sanat formunun tarihsel olarak siyasi dip akıntılara bağlılığına işaret ediyor. Martin Parr gibi fotoğrafçılar Britanya’nın zenginleşen orta sınıfının yükselen bireyselliğini yakalamak üzere canlı renkleri kullanırken, Killip işçi sınıfının hal-i pürmelalini giderek modası geçen bir fotoğraf üslubuyla açığa çıkarmaya kendini adadı. Killip’in belgesel fotoğrafçılığı ile Jeff Koons’un uçarılığını ödüllendiren sanat dünyası arasındaki uyuşmazlık, Britanya toplumu neoliberal değerler etrafında yeniden yapılandırılırken endüstriyel bölgelerdeki işçi sınıfı topluluklarının ve işçi hareketinin marjinalleştirilmesini yansıtıyordu.
Killip (dört farklı başbakanın döneminde çekildiğine işaret ederek) fotoğraflarının Thatcher Britanyası’nı temsil ettiği fikrini reddetse de bu kareler o zamandan beri neoliberalizmi tanımlayan işçi sınıfı hayatının, topluluklarının ve endüstrilerinin yok edilmesinin ikonik görsel ifadeleri haline geldi. Böyle bir okumayı istese de istemese de, Killip endüstriyel, ekonomik ve sosyal bir çözülme dönemini belgelemek ve yorumlamak için fotoğrafın politik bir araç olarak gücünün farkındaydı.
Fotoğraflarındaki belirgin kaçınılmazlık duygusu, Killip’in bu tarihsel güçlerden en çok etkilenenlere aracı olma arzusunu yansıtıyor. “In Flagrante” (Uygunsuz Vaziyette) serisindeki fotoğraflarını “insanların tarihi” olarak tanımlayan Killip, fotoğraflarının öylece insanların hayatlarını kaydetmekten ziyade bu insanların hikâyelerinin değer kazanmasını, bağlamsallaştırılmasını ve ölümsüzleştirilmesini sağladığını kanıtladı. Bu fotoğraflar siyasal veya toplumsal bir değişimi getirememiş olsa da Kuzey’in sanayisizleşmesi, belirli türden emeğin yok oluşu ve “tarihe maruz kalan insanlar” kavrayışını teşvik etmeye devam ediyorlar.
Nihayetinde, saldırgan bir muhafazakâr hükümetin neden olduğu acı ve metanet görüntüleri bugün yine işçi sınıfı topluluklarına hitap ediyor. Tıpkı Killip tarafından kaydedilen bölgelerin 1980’lerdeki Thatcherizm’e karşı durması gibi (madencilerin grevinden bütçe kısıtlaması isyanına kadar), Kuzey bir kez daha hükümetin COVID’le mücadelede çuvallamasına ve kemer sıkma politikalarının kaçınılmaz dönüşüne karşı direnerek kendini gösteriyor.
Killip’in fotoğrafları Kuzey’in politik ve ekonomik yabancılaşmasını harikulade biçimde somutlaştırmakla kalmıyor, özerklik ve bağımsızlık arzusunun da uzunca süredir nasıl yaşadığını tarihsel olarak yakalıyor. Artık asıl ihtiyacımız olan şey de Kuzey’deki işçi sınıfıyla bağlarımızı yeniden düzenlemek ve kurmak için Killip’in yerel topluluklara tavizsiz bağlılığından ders almak.
Killip’in fotoğraflarında esasen ikili bir güç beliriyor: Bu fotoğraflar sol içi dayanışmaları büyütürken ve kapitalist güçlere direnirken yerel toplulukların önemini, işçi hareketine temsil olanağı sağlarken de sanatın rolünü hatırlatıyorlar. Fotoğrafın tarih ve siyasetle ilişkisini sürdürerek, benzer biçimde yerel toplulukların içinde bulundukları durumu kaydedebilir ve mevcut işçi sınıfı deneyimini dürüstçe betimleyerek onların hayatlarını da anlamlı hâle getirebiliriz. Killip’in fotoğrafları belirli bir zamana ve yere ait ancak fotoğraflarının çağrıştırdığı sınıf, mücadele ve direncin hatırlamaya mecbur olduğumuz zamansız bir yankısı var.
Chris Killip : İşçi sınıfının fotoğrafçısı
Yazı: Rachel Collett