Cumhuriyet Türkiyesi’nin yetiştirdiği kültür – sanat kuşağının idealist eğitimcisi Şinasi Barutçu, Milli Reasürans’ta Marcus Graf imzasıyla hazırlanan retrospektif sergisiyle 25 Aralık’a değin anılmaya devam ediyor. Sergiyle birlikte, günümüz Türkiye’sinden Barutçu’nun genç cumhuriyete ait meraklı kadrajına yakından bakıyoruz.
Yazı: Evrim Altuğ
İstanbul Teşvikiye’de, bir nevi kültür – sanat ekolü olarak hizmet sunan Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde 13 Ekim-25 Aralık 2021 arasında yer alan Şinasi Barutçu: Fotoğrafın İzinde sergisi, bu kez yazı konumuz. Genç cumhuriyetin modern Türkiye (fotoğraf) hafızasının kayıp bir dönemine ilişkin, hayli uzunca bir şeridi ilk defa gün ışığına çıkaran sergi, bereketli, didaktik, aynı anda romantik ve müzelik bir etki üretiyor.
Hepimizi bitkin düşüren şu 2021’in sosyal mesafeli, şarj durumlarına bağımlı, sabır ve merak atmosferinde, hemen her anımızın, içerikli-içeriksiz, amatör-profesyonel, ticari-özel, sabit-hareketli nice dijital yüke maruz kaldığı bir dönemde, açık gözlerle izlenir bir düş etkisiyle izleniyor, Barutçu sergisi. Tam da bu hazır koşullar sebebiyle, kendi kıymetini art arda pozlandırıyor.
Etkinlik, bizim de bu koşullar uyarınca derhal “fotoğraf” etiketi takıp adını gelişigüzel andığımız bir mefhumun öz be öz, organik kıymeti, biricikliği ve akademik özenini bizlere yeniden ileten, bunun eğitim ve örgütlenmesi uğrunda ömür harcayan bir idealiste dair, didaktik bir sergi oluşuyla izlenmeyi hak ederken, kendinden ayrı, sürpriz imge ve metinlere gebe kitap-kataloğu ile de, ikincil bir doygunluk veriyor. Fotoğrafın, öyle minik bir elektronik ekranda değil, kendi iç ışığı, sathı, ebadı ve huzurunda deneyimlenir halde iken yaşanabilen bir belgeleme ve teşhir tecrübesi olduğunu, bizlere yeniden, kıs kıs pozlanmış nice olağandışı kadrajla, hatırlatıyor.
Sergi, 1921’de İstanbul Muallim Mektebi’ne giren ve 1926’da resim öğretmeni olarak mezun olduğu okulda göreve başlayan Barutçu ile ilgili arşivsel dokümanlardan oluşan nostaljik köşesi, hayatının köşe taşlarını yapıtlarının tematik çeşitliliği üzerinden kayıt altına alan bulutsu eser dizgisi ve akademisyen, eleştirmen, AİCA Türkiye üyesi Marcus Graf’ın “Alman ekolü”ne yaraşır titizliğiyle taçlandırdığı küratörlüğünün de mahsulü.
Sergi melankolik bir atmosferle izlenirken, ömrünü bu disiplinin örgütlenmesine adayan Barutçu’nun kişisel arşiv yokluğuna karşın, geride bıraktığı estetik ve kültürel mirası olanca güzelliği ve nadirliği ile gündemde tutuyor. Bunda, sergi için Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler’in katkısıyla hazırlanan ve etkinlikte yer almayan nice kadrajın olduğu özel kitabın payı ise, oldukça büyük. Galeri mekânında bir kısmına yer verilen, sergi yayınına da alınmış bu biyografik analiz, sanatçı ve eğitimci Barutçu’yu tanımamız adına, hayli önemli referanslar sunuyor.
Sergide saklı hazine-imgelerden biri, 1920’de Mehmet Bey’in Resne Fotoğrafhanesi’nde eğitim aldıktan sekiz yıl sonra yine Almanya’ya pedagojik eğitim için giden ve ilk Leica fotoğraf makinesini burada edinen Barutçu’nun, Nazi rejimi esnasındaki 1936 Berlin Olimpiyatları’nda çektiği olimpik meşale tırmanışı fotoğrafı.
Her ne kadar, eserin orijinali gün ışığına çıkarılamamış olsa bile, en azından varlığından haberdar edildiğimiz bu dokümanter, enformatik ama aynı anda da estetik kare, belgesel dereceyle önemli, çünkü bu çalışma, disiplinin kendi ilkeleri bakımından, dönemindeki Olimpiyat Fotoğraf Yarışması’nda uluslararası düzeyde de ikincilik derecesi ile ödüllendirilmiş ve bu karede görülen meşalenin ateşi de, Olimpiyat tarihinde ilk defa Atina’dan Berlin’e yola çıkan maratoncuların elleri üzerinde, ilgili güzergâha bu yöntemle ilk defa taşınmış.
Barutçu, Almanya’daki bu süreçten sonra, 1932’de memleketinde yeni kurulan Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, Yazı, Grafik Sanatlar ve Resim eğitmeni olarak ders vermeye başlamış. Zaten sergideki resimsel içgüdü, bunun en demli delili gibi. 1932-36 arasında da, bisikleti ve objektifiyle yaz aylarında Türkiye’yi gezmiş, gördüklerini sonsuzlaştırmış Barutçu. Yetinmemiş, Graf’ın kırmızı duvarlarda özel bir alan ayırdığı grafik lezzetli soyut kompozisyonlarıyla büyük ilgi ve takdir toplamış.
Akyüz ve Darendeliler hocaların da vurguladığı gibi, “Piktoryal” bir yaklaşıma yatkın Barutçu’nun çalışmaları, aynı zamanda küratör Graf’ın da işaret ettiği üzere Dadaist ve Konstrüktivist bir “lens”e de ayrımsızca, zevk ve heyecanla objektif tutmuş.
Yine Graf’ın tespitiyle, yeni nesnelcilik, sokak fotoğrafçılığı, fotomuhabirlik de, sanatçının estetik DNA’sını tayin edici başlıca unsurlar olarak, kayda geçmiş. Bu bilgiler uyarınca biz de naçizane tabir edecek olursak, fotoğraf makinesini mümkün mertebe sosyal, demokrat, ama aynı anda da plastik yönden deneysel, keşfe dönük bir kadrajda tutmayı, her daim halkın çıkarına pozlamayı her seferinde iyimserlikle, güzellikle, hayranlık ve eşitlikle becermiş, Barutçu.
Buna mukabil, başlı başına ulusal bir ekole dönüşen İFSAK’ın tohumlarını 1960’ta önce İstanbul Erenköy Amatör Fotoğraf Kulübü ile atan ve Ankara’da kurulan Türkiye Amatör Fotoğraf Kulübü’nü (TAFK) kuran Barutçu’nun retrospektif sergisindeki birçok yapıtının tarih ve mekân bilgisindeki eksiklik, projenin kavramsal ve biçimsel mimarlarınca görmezden gelinmemiş. Darendeliler, Graf ve Akyüz’ün de altını çizdiği bu ilginç detay, sergideki eserler ve Türkiye’deki belleğin üzerinde duran gizemin bereketli bulanıklığını eleştirel yönden daha bir artırmış.
Bu problemin günümüze de yansıdığından dem vuran Akyüz ile Darendeliler yazılarında, yakın zamanda uğurladığımız Ara Güler ve arşivinin akıbetini bir daha dillendirerek, konuyu sıcak, tartışmaya lâyık tutmayı başarmış. Ve garip biçimde, ömrünü fotoğrafın kalıcılığına adayan bir sanatçının kendi arşivinin bulunmamasıyla, sergiye adeta mistik bir dokunulmazlık, biriciklik ve hakikilik sinmiş.
“2021 dünyasından, Barutçu’nun Milli Reasürans’taki siyah-beyaz dobralığındaki ibretlik genç Türkiye kompozisyonlarına baktığımızda, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve yapıların, nasıl bir medeniyet ve gelecek bilinci içinde birlikte var olabildiği, acı bir haklılıkla ispat edilmiş gibi görünmekte.”
Şantiye halindeki Ankara’dan, bozkırda dimdik yükselen Anıtkabir’e, kimbilir hangi uçuşa hazır kamufle DC-3’lerin filosuna ait pervane uğultusundan, Mehmetçik’lere ait – Sovyet konstrüktivist, propaganda afişi lezzetli – kadrajlara, oradan, Hakkari Cilo dağlarının yalçın ve serin cazibesinden, özellikle Reşko olarak anılmış 4136 m. yükseklikteki Gelyaşin’de çektiği karelere, Barutçu’nun Fotoğrafın İzinde’ki sergisi, Türkiye’nin doğasını, nadiren de olsa 2021 Türkiye’sine yeniden hatırlatma fırsatının ta kendisini oluşturmuş. Derin dondurucuda saklanan, hayati bir erzak etkisi yaratmış.
Tıpkı sergide de okunabilen ve benim de sahafta bulabildiğim Foto Konuşmaları isimli, Ankara Milli Eğitim Basımevi imzalı 1947 tarihli kitabının yarattığı etki gibi. Kariyerine, hiç kopmadığı resim dalı alanında İstanbul kaynaklı ayrı iki suluboya sergisi de eklemiş Şinasi Barutçu, 1947 tarihli Foto Konuşmaları kitabına da aynı anlaşılırlık ve cömertlikle hakim olmuş. Milli Eğitim Bakanlığı İlk Öğretim Gazetesi yayınlarından çıkan yazılarını, film banyosundan mevsimler ile fotografi ilişkisine dek, titizlikle bir araya getirmiş, Ata’ya Veda’dan Haliç’te geceye, foto-montaj örneklerinden röprodüksiyon çabalarına, bunları da unutmamış.
Barutçu bu süreçte bununla da yetinmeyerek, kitabın çıktığı yıl Öğretici Filmler Merkezi’ni kurmuş, dönemin ABD Dışişleri Bakanı’yla anılagelen (Frank) Marshall yardımı ekseninde de, Amerikan Haberler Merkezi’nin Gezici Sinema otolarını bu merkeze devretmeyi, bu sinematografik anı da kadrajıyla ayrıca belge etmeyi başarmış. Bunlar olurken düzenlenen fotoğraf yarışmasında bile, hazırladığı fotomontajlar sebebiyle ilk üç derecenin tamamına lâyık görülmüş. Bahsettiğimiz bu kişilik, Türkiye’deki ilk renkli ve siyah beyaz kadrajlarını Adana’da teşhir eden imza olmasıyla da tarihe adını bırakmış. Ertesi sene de Ankara’ya bir teşhir sunan Foto Şinasi / Barutçu Bey, Trabzon dahil gittiği pek çok yere fotoğraf sevdasını örgütlenme bilinci ile aşılamış, yılmamış.
Gönderdiği yarışma karelerinin ardına bile fotoğraf sevgisi uğruna Amateur ibaresini bırakmadan, durmamış biri, aynı Barutçu, Akyüz ve Darendeliler’in bize binbir emekle, iyi ki aktardığına göre. Yine bu ikiliden öğrendiğimiz kadarıyla buna karşılık, sürekli eğitim ve öğrenim adına ziyaret ettiği Köln’den, fahri hemşehrilik unvanı almış biri. Kendilerinden tekrar aktarırsak, keza onların da Cumhuriyet’e yazan Seyit Ali Ak’tan aldıkları bir bilgiye göre, elektriğin olmadığı yerlere, kültür ve sanatı taşımak uğruna iki adet gazla çalışır projeksiyon cihazını sağlamak uğruna Viyana’da ter dökmüş, bunu da sağlayabilmiş biri: Şinasi Barutçu.
2021 dünyasından, Barutçu’nun Milli Reasürans’taki siyah-beyaz dobralığındaki ibretlik genç Türkiye kompozisyonlarına baktığımızda, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve yapıların, nasıl bir medeniyet ve gelecek bilinci içinde birlikte var olabildiği, acı bir haklılıkla ispat edilmiş gibi görünmekte.
Mevsimlerin, alışkanlıkların, doğayla akrabalık içinde yaşadığımız envai çeşit mahlûkatın kıymeti, melankolik bir tebessümle yeniden gözle görünür kılınmış, bu da hissedilmekte. Hatta bu kez sanki fotoğrafı çekmeye değil, onu görmeye yeniden başlamak isteyenlere, buyurun…
Foto Şinasi’nin hayat stüdyosunda aydınlanıp, poz üzerine poz edinmeye.