Henry Carroll’ın Remzi Kitabevi’nden çıkan “İyi fotoğraflar çekmek için bu kitabı okuyun” adlı eseri raflardaki yerini alalı kısa bir süre oldu.
Yeni başlayanlar için rehber niteliğinde olan kitabın henüz ilk sayfalarında yer alan şu ifadeler ise, Fotoğrafçıların İzlemesi Gereken 30 Belgesel dosyamızı hazırlarken daha kendi aramızda oluşan “tatlı tartışmalara” vesile olduğundan, oldukça açıklayıcı ifadeler sunuyor: “Her birinin kendi tarzı, ilgi alanları ve kendince yöntemleri var. Anlayacağınız, hepsini bir odaya toplamaya kalkışsanız ortalık karışabilir. Ancak ne kadar farklı olursa olsunlar hepsinin ortak bir noktası var; hepsi fotoğrafın en önemli unsurlarından birinin hakkını veriyor: Kompozisyon.”
Dolayısıyla fotoğrafçılık, her ne kadar kendi içinde birçok yol ayrımına gitse de, Carroll’ın da ifade ettiği üzere, tabanını iyi bir kompozisyonda buluyor. Konu; soyut fotoğrafçılık ya da bunun zıttı olarak belgesel fotoğrafçılık da olsa, ortaya çıkan sonucun bir “fotoğraf” olarak nitelendirilebilmesi için, kadraj içinde yer alan ögelerin bir anlatım sağlayabilmesi gerekiyor. Hatta bu nokta, çoğu zaman teknik değerlerden dahi daha önemli bir sorunsal oluşturuyor. Zira böylece fotoğraf, bakanda yalnızca “görme” değil, hissetme güdüsünü de yaratıyor ve “yaşatıyor”.
“Tanıklık” ve kompozisyon sorunsalı
Her ne kadar fotoğrafçılığın kendi içinde birçok alana ayrıldığını belirtmiş olsak da, karşılaşılan ilk yol ayrımının, geçmişten günümüze toplumsal olaylara tanıklık eden belgesel fotoğrafçılar ile, objektifini sanatsal düzleme yönelten fotoğrafçılar arasında yaşandığını söyleyebiliriz. Zira fotoğrafçılığın tabanını oluşturduğunu belirttiğimiz “kompozisyon” da burada devreye giriyor ve biçimi ön plana çıkaran sanatçılar belgeselde kompozisyon değeri görmezken, bu alandaki fotoğrafları “saf tanıklık” olarak değerlendirebiliyor ve fotoğrafçının gözünden ziyade, yalnızca “denk gelen anı” başarılı bulabiliyor.
Wim Wenders’ın yönetmenliğini üstlendiği “The Salt of the Earth” belgeselinde ise fotoğrafçı Sebastião Salgado, bir kutup ayısının bulundukları yere yaklaşması üzerine elindeki fotoğraf makinesini çekim yapmak için kullanmanın yerinde bir davranış olmadığına dair söylemlerde bulunuyor. Zira usta fotoğrafçı, arka planda kompozisyona yer verecek bir etken bulunmamasından ötürü, basacağı deklanşör sonucunda oluşacak görüntünün yalnızca “göstermek” amacı taşıyacağına; ancak “fotoğraf” oluşturmayacağına dikkat çekiyor.
Salgado, yukarıda belirttiğimiz sorunsala bir nevi cevap vermekle birlikte, teknolojik gelişmeler ile günümüzde evrimleşen belgesel fotoğrafçılık tartışmaları üzerine de farkındalıksız olarak yorum yapmış oluyor böylece. Nitekim artan blog kullanımı ve IPhone’larla yapılan fotoğraf çekimleri, yurttaş gazeteciliğin hızla popülerliğini artırdığı günümüzde, profesyonel fotoğrafçıların işini tehlikeye sokabilecek bir durum ortaya koyabiliyor; ancak Salgado’nun da bahsettiği üzere, ortaya çıkan sonuçlar çoğunluklu olarak yalnızca “tanıklık” değeri taşıyor ve fotoğrafçı bir gözün, gelecek nesillere aktarılacak olan fotoğrafları ortaya çıkarması her koşulda gerekliliğini koruyor.
Bunun son yıllardaki en başarılı örneklerini ise, World Press Photo ödülüne de layık görülen Bülent Kılıç’ın fotoğraflarında bulmak mümkün. Kılıç, her ne kadar hakkında yapılan bir belgeseli henüz bulunmadığından ötürü listemizde yer almıyor olsa da, gerek Gezi Parkı’nda, gerekse Soma’da ve Ukrayna’da çektiği fotoğraflarla mutlaka mercek altına alınması gereken fotoğrafçılar arasında bulunuyor.
Levend Kılıç’ın “Fotoğraf ve Sinemanın Tarihi” adlı eseri hakkındaki incelememize göz atmak için tıklayınız.
Bir Yorum