Eugene Delacroix’in 1830 yılında ikinci Fransız Devrimi’ni anlatmak için yaptığı “Halka Yol Gösteren Özgürlük” isimli bu tablo Fransız resim sanatının başyapıtlarından biri olarak görülüyor.
Fransa’daki Louvre Müzesi’ne gittiğinizde bunun gibi yüzlerce tabloyla karşılaşıyorsunuz. Savaş, dehşet, çıplaklık, kan, hastalıklar, katliamlar.. Müzede sakince resimleri inceleyip geçen insanları izlediğimde bir şeyi fark ettim. Konu fotoğraf olunca verdiğimiz tepkiyle, resim sanatına verdiğimiz tepki bambaşka. Neredeyse herkes, elinde kesili baş tutan bir adamın resmini gördüğünde bir iğrenme belirtisi göstermeden sıradaki sanat eserine geçebiliyordu. Konu hayatının baharında ölen gencecik insanlar değil, sadece resimdi. Peki ya fotoğraf?
1857 yılında Rejlander’in çektiği Two Ways of Life (Hayatın İki Yolu) ve 1858 yılında Henry Peach Robinson’un çektiği Fading Away (Solup Gidiş) isimli iki fotoğraf var. Her ikisi de üst üste baskı tekniğiyle oluşturulmuş (fotomontaj) ve 19.yüzyıl İngiltere’sinde çok konuşulmuş, sergilendiği çevrede çok tartışılmış fotoğraflar. Neden tepki çekmişler dersiniz? Ölüm ve çıplaklık ögeleri içermeleri sebebiyle. Şimdi tekrar paralara bile basılmış Halka Yol Gösteren Özgürlük tablosuna bakıyor, söz konusu fotoğrafa dönüyoruz. Robinson’un Solup Gidiş isimli fotoğrafında insanları dehşete düşüren ne vardı da onu herhangi bir tablo olarak göremediler, burayı dikkatli incelemekte fayda var.
Biliyoruz ki 1800lü yılların kanayan yaralarından biri verem hastalığıymış. Bu yüzden hem dünyada hem ülkemizde verem hastalığı ve veremli hastanın çektiği acılar üzerine sayısız eser var. İşte Robinson da bu fotoğrafta verem hastası bir kızın son anlarını betimlemek istemiş. Fotoğrafta veremden ölmek üzere olan bir genç kız ve başucunda kaygılı yüzleriyle onun ölümünü izleyen akrabaları kurgusu var. Fotoğraf beş ayrı negatifin üst üste uygulandığı bir fotomontaj, yani fotoğraftakiler bir araya gelmemişler, bu sadece bir çoklu baskı tekniği. Cidden o dönem şartlarını göz önüne aldığınızda sanatçının muhteşem bir iş çıkardığını söylemek mümkün. Fakat sorun şu ki romantizm ve natüralizmin etkisi altında olan Viktorya dönemi sanat eserleri düşünüldüğünde realizm akımı çoğu çevrelerce kanıksanmamış. Fotoğraf yalan söyler mi, sorunsalıyla doğan kurgu fotoğrafı karşıtları durumu etik bulmadıkları gerekçesiyle fotoğrafı eleştirmişler. Bazı sanatseverler ölmek üzere olan veremli bir kızın fotoğrafa malzeme edilmesini yanlış bulmuşlar, bazılarıysa fotoğrafta hasta rolü yapan bir kızı izliyor olmayı. Başta bu realite-kurgu ikilemi kulağa gülünç geliyor değil mi? Fakat konu resim değil de fotoğraf olunca nedense bu durum insanlara dokunmuş. Yani veremli bir kızın resmi, kişide hayali bir karşılık bulurken; aynı kişi veremli bir kızın fotoğrafını görmeyi istemiyor. Kısacası insanoğlu alışılageldiği üzere hep manipüle edilen taraf olmayı seçiyor, yüzleşmek tabiatımıza uygun değil.
Diğer fotoğraf olan Rejlander’in “Hayatın İki Yolu” fotoğrafıysa çıplaklık içerdiği gerekçesiyle tepki çekmiş. Söylememe gerek yok sanırım şimdi tekrar Halka Yol Gösteren Özgürlük tablosuna bakıyor, sonra bu fotoğrafa dönüyoruz. Gerçek olan bir şey var ki o da günümüzde dahi nü bir tabloya bakmakla nü bir fotoğrafa bakmanın kişide farklı tepkiler doğurduğu. Sanıyorum 19. yüzyıl ahlaki yapısı da bu noktada utanan güruh olmayı seçmiş. 19.yüzyılın nesi varmış, diyeceksiniz. O dönemde fotoğrafta iki akım var: Pikyortalizm (resimselcilik) ve natüralizm (gerçekçilik). Zaten isimlerinden de anlaşılacağı üzere pikyortalistler için fotoğrafı resim sanatı gibi betimleyenler diyebilir, günümüz kurgu fotoğrafçılarına benzetebiliriz. Natüralistlerse gerçeğin fotoğrafını çekenler. Tahmin edeceğiniz üzere belki ressam olsalar övgü alacak olan pikyortalistler bir türlü şimşekleri üzerlerine çekmemeyi başaramamışlar. İş sinemaya geldiğinde durumlar nereye gelmiş onu da başka bir gün konuşuruz.
Rejlander’in “Hayatın İki Yolu” isimli fotoğrafından çok seneler sonra Bath Spa Üniversitesi’nden Don Ponting 2009 yılında söz konusu fotoğrafa en çok benzeyen fotoğraf çalışması yarışmasında üstteki fotoğrafla kazanan oldu. Aradan geçen yıllara rağmen yine de Rejlander kadar cesur davrandığı söylenemez.
Gitmeden Roland Barthes’in Camera Lucida – Fotoğraf Üzerine Düşünceler isimli kitabından aklıma kazınan bir yer geldi hatırıma; “Fotoğrafın neyin artık olmadığını söylemesi gerekmez; o yalnız ve kesin olarak neyin olmuş olduğunu söyler. Her şeye bu ayrım karar verir. Bir fotoğrafın karşısında duran bilincimiz, belleğin nostaljik yolunu değil, bu dünyadaki her bir fotoğraf için, kesinliğin yolunu izler: Fotoğrafın özü temsil ettiği nesneyi onaylamasıdır.” Barthes, her fotoğraf orada bulunmanın bir sertifikasıdır, diyerek aklımda fotoğrafa biçtiğim kalıbı yırtıvermişti. Benim için fotoğraf artık gerçekte olmayanı çağrıştırıyordu nedense ama gördüm ki durum aslında nereden baktığına göre değişiyor. Hemen ardından başka bir kitapta Brecht’in “Fotoğraf realitenin yansıması değil, yansımanın realitesidir.” cümlesinin altını çizerken bulmuştum kendimi ve suya atılan son taşla beraber halkalar büyüdü, büyüdü..
Sıkıldınız mı resimden, sembollerden, hayal içinde hayalden? O zaman bu topraklarda yetişip veremden ölmüş bir şairin kan isimli realite kokan şiiriyle bitirelim bugünü. M.Tayyip Uslu’nun hikayesini bilirsiniz siz de. Dirisine pek sahip çıkamamışız, ölüsünün fotoğrafını çekebilseydik kim bilir ne yakışıklı çıkardı?
“Önce öksürüverdim/ Öksürüverdim hafiften,
Derken ağzımdan kan geldi/ Bir ikindi üstü durup dururken
Meseleyi o saat anladım/ Anladım ama iş işten geçmiş ola
Şöyle bir etrafıma baktım,/ Baktım ki yaşamak güzeldi hala
Mesela gökyüzü,/ Maviydi alabildiğince
İnsanlar dalıp gitmişti/ Kendi alemine.”
Kan – Muzaffer Tayyip Uslu