Melissa Breyer‘ın yazısı ışığında Kadınlar sokak fotoğrafçılığını nasıl geliştirdiğine bir göz atalım…
7 Kasım 1800’de, Paris’te kadınların kamusal alanda pantolon giymek için izin almalarını gerektiren bir kararname çıkarıldı. Fransız yazar George Sand (asıl adıyla Amantine Lucile Aurore Dupin), izin almadan erkek kıyafetleri içinde sokaklarda dolaşmak suretiyle bu emre karşı geldi. Sand, otobiyografisinde gri yün kıyafetlerini ve botlarını giyer giymez “kaldırımlarda güvende” hissettiğini yazıyordu. “Paris’in bir ucundan diğer ucuna uçtum. Sanki dünyanın etrafında bir gezintiye çıkmışım gibi geldi. Kimse beni tanımıyordu, kimse bana bakmıyordu, kimse bende bir kusur bulmuyordu… Muazzam kalabalığın içinde kaybolmuş bir zerreydim.”
“Münasip” kadının tek başına dışarı çıkmasının itibarını zedelediği böylesine bir dönemde (sonuçta kadınların yeri elbette evleriydi), Sand tek başına sokakların keyfini çıkarıyordu. O, Honoré de Balzac’ın “gözün gastronomisi” dediği şey için kentin caddelerinde gezinen flanörlerin gizli kadın muadiliydi. Sand’in aracı kalem olsa da 1830’lar Paris’ine dair gezgin ruhlu keşifleri, eninde sonunda ellerine kameralarını alacak ve kamusal hayatta olup bitenleri görüntülemek için sokaklarda gezineceklere, yani kadın sokak fotoğrafçılarına bir yol açtı.
Sand’in Paris sokaklarında uçuştuğu yıllarda, Nicéphore Niépce adında bir Fransız mucit imge üretmenin çizim dışında bir yolunu arıyordu. 1826’da işlenmiş kalaylı bir plaka üzerinde görüntü oluşturmak için Rönesans’ta popüler bir cihaz olan kamera obskura’yı kullanma fikri aklına geldi. Sekiz saat sonra, güneş görüntüyü yüzeye işledi ve dünyanın ilk fotoğrafı ortaya çıktı. Görüntü, bir binalar ve çatılar karmaşasına aitti. Fazla detayı olmayan doku ve şekilleriyle oldukça yalın da olsa, tarihsel önemi tartışmasızdı.
Fotoğrafçılığın henüz olgunlaşmadığı dönemde Sarah Anne Bright ve Constance Fox Talbot Britanya’da bu alanda denemelere başlamışlardı. İkisi de 1839’da bazı fotoğraflara imza atarak fotoğrafçılık tarihindeki ilk kadınlar olarak anıldılar. 1843’te, amatör botanikçi Anna Atkins “Britanya Alglerinin Fotoğrafları” adını verdiği, tamamı mavi baskıdan oluşan kitabı hazırladı. Bu kitap, fotoğrafla basılan ve resimlendirilen ilk kitap olma özelliğini taşıyordu.
Fotoğrafçılığın ilk yılları denemelerle, basit sahnelerle ve doğa görüntüleriyle doluydu. Fotoğrafçılığın dünya genelinde ticarileşme sürecine girmesi, Fransız sanatçı ve kimyager Louis-Jacques-Mandé Daguerre’in 1839’da kendi adını verdiği fotoğraf tekniği dagerreyotipiyi bulmasıyla başladı.
Fotoğrafçılıktaki kayda değer gelişmeler çoğunlukla Batı’da gerçekleşiyordu (odağımız sokak fotoğrafçılığının güçlü Batı köklerini göz önünde bulundurmak), ancak bu fotoğrafçılığın başka coğrafyalarda olmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin, Avrupalılar 1840’ların başında dagerreyotip kameraları Çin’e götürdükten hemen sonra Çin’de kendi görsel temsil stillerinde fotoğraf stüdyoları ortaya çıkmaya başladı. Dagerreyotip kameralar icatlarından hemen sonraki yıl Kalküta’ya da ulaştı ve 1870’lerle beraber Hindistanlı fotoğrafçılar kendi ticari stüdyolarını açmaya başladılar.
Daguerre, 1830’ların sonunda bilinen ilk insan fotoğrafını çekmek için kendi yöntemini kullandı. Gümüş kaplı bakır bir plaka üzerine çekilen görüntü, Paris’teki Boulevard du Temple manzarasına aitti. Gezinen figürler plakanın uzun pozlandırmasının kaydedilebileceği kadar sabit değillerdi, ancak o sırada botlarını parlatan bir adam tarihi görüntüde sonsuza dek ölümsüzleşebilecek kadar uzun süre hareketsiz kalabilmişti. Peki, bu fotoğrafa ilk sokak fotoğrafı demek mümkün mü?
Sokak fotoğrafçılığını tanımlamak karmaşık bir mesele ve pek çok tartışmayı beraberinde getiriyor. Ne bir manifestoyla ortaya çıkmış ne de ilk dönemlerinde resmi olarak açıklığa kavuşturulmuş. Britannica Ansiklopedisi’ne göre sokak fotoğrafçılığı “Kamusal alanda günlük hayatı kaydeden fotoğrafçılık türü… Sokak fotoğrafçılarının aklında özel bir sosyal amaç olması gerekmez, ancak izole olmayı ve aksi halde fark edilmemiş kalacak anları yakalamayı tercih ederler.”
Sokak fotoğrafçılığının neyi kapsadığına dair söylemler sonsuza dek süredursun, Staten Island sakini Alice Austen’in eserleri tek başına bu tür için örnek oluşturabilir nitelikte. Austen, amcası ona 1876’da bir kamera verdiğinde henüz on yaşındaydı ve sonraki 50 yılını çektiği 7 bini aşkın fotoğrafı kendi başına dolaptan dönüştürdüğü bir karanlık odada işleyerek geçirdi. Bir bisiklet tutkunu olarak sokakları 50 kiloluk teçhizatla beraber gezerken fotoğraflayacak özneler arardı. Staten Island’ın lüks yaşamından çöpçülere, jartiyer satıcılarına, postacılara, polislere, balıkçılara, laternacılara, ayakkabı boyacısı çocuklara ve aşağı Manhattan’daki genç kadınlara kadar ilgisini çeken her şeyin ve herkesin fotoğraflarını çekerdi. Onun o zamanlar yaptığı şey henüz adı konulmamış olsa da şu anda sokak fotoğrafçılarının yaptıklarından pek de farklı sayılmazdı.
Fotoğrafçılık, 1888’de George Eastman’in orijinal Kodak kamerayı sunmasıyla büyük aşama kaydetti. Elde taşınması mümkün boyuttaki sabit odaklı kamera 100 pozluk bir film rulosuna sahipti. Bu gelişmeyle fotoğrafçılar artık her poz için cam plaka negatif kullanan kameralarla uğraşmak yerine basit ve taşınabilir bir makineyle çekim yapabileceklerdi. Eastman Kodak’ın 1900’de piyasaya sürdüğü Brownie, fotoğrafçılığı çok daha ulaşılabilir bir hâle getirdi.
1920’ler ve 1930’larda artık sokak fotoğrafçılığı dediğimiz türün bilincinde birçok kadın fotoğrafçı ortaya çıktı. Gelgelelim, yeni kameralar profesyonel fotoğrafçılığın gerektirdiği görüntü kalitesini sağlamıyordu. Bu yüzden Jessie Tarbox Beals, dönemin büyük şapkaları ve günlük elbiseleri içinde ağır, büyük boy fotoğraf makinesini, tripod’unu ve diğer gerekli donanımlarını yüklenerek sokaklarda dolaşanlardandı. Beals, 1902’de Buffalo Inquirer gazetesine kadrolu fotoğrafçı olarak alınarak ABD’nin ilk kadın foto muhabiri unvanını kazandı.
Bu dönemde birçok kadın fotoğrafçı evlerinde ya da stüdyolarında arkadaşlarının portrelerini çekmeye yönelmişken, Beals dışarıda azimle gerçek hayatın fotoğraflarının izlerini sürüyordu. Öyle ki kendi kendine flaş tozu kullanmayı bile öğrenmiş ve bu sayede ilk kadın gece fotoğrafçısı unvanını da kazanmıştı. Dünya çapında kadın fotoğrafçılara açtığı yol hâlâ etkisini sürdürüyor. Amerikan Kongre Kütüphanesi onu “Cesur hikayesi diğer kadınları da fotoğraf çekmeye teşvik etti,” sözleriyle anıyor.
Fotoğrafçılık alanındaki teknolojik gelişmeler hızla ilerler ve dünya çapında ulaşılabilir hâle gelirken, günümüzde olduğu gibi o zamanlar da dünyanın birçok yerinde kamera satın alabilmek ya da sokaklarda özgürce dolaşabilmek toplumsal cinsiyet rollerinden azade değildi. Ancak yine de 1920’li ve 1930’lu yılların Birleşik Devletlerinde, şu anda sokak fotoğrafçılığı olarak adlandırabileceğimiz türde eserler veren kadın fotoğrafçıların sayısında ciddi bir artış oldu.
New York’u değiştiren işlere imza atan Berenice Abbott, 1930’da Sovyetler Birliği’ne girişine izin verilen ilk Batılı profesyonel foto muhabir olan Margaret Bourke-White ve yoksul çiftçilerin durumuna dikkat çekmek için başlatılan uygulamalara katılmak amacıyla San Francisco’daki portre stüdyosunu terk eden Dorothea Lange bunlardan sadece bazılarıydı. Lange’in küresel öneme sahip eserleri arasında 1936’da Kaliforniya’da çekilen ve günümüzde hâlâ tarihin en ünlü fotoğraflarından biri sayılan “Göçmen Anne” de yer alıyordu.
Teknolojideki başka ilerlemelerle bir grup sokak fotoğrafçısı öncü kadın daha ortaya çıktı. 1925’te Leica ilk 35mm kamerasını piyasaya sürdü. Bu makine küçüklüğü, yüksek deklanşör hızı ve beğenilen lensleriyle kamuya açık alanlarda doğal fotoğraflar çekenlerin dikkat dağıtmadan, pratik bir şekilde daha yüksek kalitede sonuçlar almalarını sağladı.
1929’da Paris’te fotoğrafçı Ilse Bing’in bu yeni kamerayla yaratılan çalışmaları ona “Leica Kraliçesi” lakabını kazandırdı. Helen Levitt’in 1935 yılında sokak fotoğrafçılığı konusundaki öncüsü Henri Cartier-Bresson’dan ilham alarak çıktığı bu yolda ona eşlik eden de bir Leica’ydı. Levitt’in New York’un çocuklarını ve yoksul mahallelerini odağa alan sokak fotoğrafçılığı çalışmaları 1939’da dergilerde görünmeye başladı ve 1943’te MoMA’da kişisel sergisini açmasına vesile oldu. Sonraki 40 yılını New York Times’ın “şiirselliğin, gizemin ve sessiz dramın emsalsiz kısacık anları” olarak tanımladığı fotoğraflarını yakalayabilmek için sokaklarda geçirdi. Levitt’in eserlerinin yankıları günümüzde çekilen fotoğraflarda dahi hâlâ hissedilebilir.
Bu sırada Paris’te ise Almanya doğumlu Marianne Breslauer 1920’lerin sonlarını ve 1930’ları Seine nehrinin kıyısındaki evsizlerden Longchamp’taki at yarışlarına kadar uzanan çeşitli sokak sahnelerini fotoğraflayarak geçiriyordu. Breslauer, sokaklarda yürürken modern sokak fotoğrafçılığının ayırt edici özelliklerinden birini, sıradanın içindeki şiirselliği aradı. 1937’de çektiği bir fotoğraf buna örnek olarak aksi halde görülmesi mümkün olmayan incecik bir anı yakalamayı başarıyor. Fotoğrafta şapkalı zarif bir figür elinde eldiveni ve kibrit kutusuyla bir sigara yakıyor.
Önünde durduğu yazı ve doku karmaşası içindeki duvar elektrik direğinin gölgesi için bir ekran görevi görüyor ve bir anlığına kişiyle görüntü beraberlermiş gibi görünüyor. Breslauer’in kamerası tarafından sonsuza kadar dondurulan, olağanüstü bir saniye.
Aynı yıllarda Hindistan’da “Dalda 13” ismiyle tanınan Homai Vyarawalla ülkenin ilk foto muhabiri oldu. 1930’lardan itibaren Yeni Delhi sokaklarında sık sık omzunda kamera çantasıyla bisikletini sürerken görüldü. Bundan birkaç yıl sonra ise başka bir Hindistanlı fotoğrafçı, Li Gotami Govinda, Çin işgalinden hemen önceki yaşam ve kültürün son kayıtlarını oluşturmak için Batı Tibet’te göreve başladı.
Yine 1930’lar Lola Alvarez Bravo’nun Meksika’daki stüdyosundan dışarı çıkıp “benden önce bulduğum hayat” diye adlandırdığı sokak fotoğrafçılığına adım attığı yıllardı. Meksika’nın ilk profesyonel kadın fotoğrafçısı olan Alvarez Bravo fotoğrafçılığın pek çok alanında bulundu ancak onu özel kılan zaman ve mekânın sınırlarını zorlayan kişisel işleriydi. Arşivlerini bulunduran Yaratıcı Fotoğrafçılık Merkezi onun dağınık sokaklarda insanlar arasında dikkatle hareket ettiğini, onları işte, pazarda ve boş zamanlarında gözlemleyerek özenle oluşturulmuş sahnelerde sıradan anları yakalamak için fırsatlar beklediğini anlatıyor.
Bir diğer öncü kadın ise 1938’de New York’a taşınmasından hemen iki yıl sonra eserleri MoMA Fotoğrafçılık Bölümü açılışı sergisinde yer alan Viyana doğumlu Lisette Model. Model’in sokak fotoğraflarında şehrin tuhaf karakterlerini fotoğraflama eğilimiyle sağlanan bir enerji var ve sonuç buna rağmen yakın ilişki kurulabilen benzersiz bir dinamiği ortaya koyuyor.
1930’larda Batılı kadınlar Victoria Dönemi sosyal kısıtlamalarına maruz kalan önceki kuşaklarına nazaran çok büyük bir yol kat etmişlerdi ve II.Dünya Savaşı da toplumsal cinsiyet rollerini etkileyecek pek çok sonuca yol açacaktı. Savaşla beraber kadın fotoğrafçıların normal şartlarda erkeklere özel açılan işlere başvurma şansları oldu. Örneğin New York’ta halihazırda fotoğrafçılıkla ilgilenen 16 yaşındaki Ida Wyman, Acme Fotoğraf Haberciliği Ajansı’nda iş bulabildi.
Bu deneyimi “tamamen erkeklerden oluşan bir ortamda hem ‘posta odasındaki kız’ hem de ‘matbaadaki kız’ oldum,” diye anlatıyor. Kariyerine öğle molalarında çektiği “resimli hikâyeleri” editörleriyle paylaşarak başlayan Wyman, uzun sürecek olan fotoğrafçılık macerasını “Günlük hayat ve onun geliştiği yer beni her zaman ilgilendirdi,” sözleriyle açıklıyor.
Benzer şekilde 1945’te dizini incittiği bir kaza sonucu dans kariyerini sonlandırması gereken Vivian Cherry de fotoğrafçılığa erkek personel eksikliği yaşayan bir fotoğraf laboratuvarında çalışarak başladı. Baskılarla çalışmak fotoğrafçılığa olan ilgisini açığa çıkardı ve hayatının geri kalanını dikkate değer sayısız sokak fotoğrafı çekerek geçirdi. Cherry’nin Helen Levitt hayranlığı şehrin çocuklarının fotoğraflarında gözlemlenebilir ancak bunlar, Aşağı Doğu Yakası’ndan Harlem’e kadar uzanan ikonik anlardan oluşan New York sokak çalışmalarının yalnızca bir kısmı olabilir.
Milyonlarca kadın savaşla beraber işgücüne katıldı ve hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmadı. Amerika Birleşik Devletleri’nde Rosie the Riveter ile sunulan yeni düş, kadınların gücünü ve kararlılığını ortaya koydu ve kadının yerinin ev olduğuna dair tutumları değiştirmeye başladı. Savaş bittiğinde çoğu kadın ev içi görevlerine devam etmeleri için evlerine geri gönderilse de bağımsızlığın tadı bir kez alınmış, pandoranın kutusu artık açılmıştı.
*Bu yazı, Ece Balekoğlu tarafından Melissa Breyer’in Literary Hub’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.