Röportajlar

Sami Güner ile Röportaj

Kültür ve Sanat Dünyası Dergisinin Sami Güner ile 1991 yılında yaptığı röportaj.

Efendim fotoğrafçı­lık sanatı hakkında kısabir bilgi verebilir misi­niz?

Fotoğrafçılık sadece bir göz­lemi kağıt üzerine veya fil­me aktarmak değildir. Fo­toğraf sanat mıdır, değil midir diye günümüze ka­dar hep münakaşa edilmiş­tir. Çünkü makine çekiyor. Sizler övünüyorsunuz di­yorlar. Ama gerçek öyle değil elbette. Makine çeki­yor ancak makineye çekti­ren bunun arkasında bir kafa, bir göz, bir parmak, bir duygu var. Bütün bun­lar birlcşiyor ve karşımıza insan duygusunun düşün­celerinin neticesi olan eser çıkıyor. İşte bu da tabii ki sanattır. Eğer bir insan bunları yapabiliyorsa sanatçıdır, eseri de  sanattır.

Fotoğrafçılık, asrımı­zın en büyük hadiselerin­den birini yaratu. Milyon­larca âşık gözün hülyalı bakışlarını üzerine çeken ay dedenin, bir toprak ve taş yığınından ibaret oldu­ğunu önümüze serdi. Hep hayalimizde yaşatırdık. Hayranlık içerisinde sey­rederdik. Bu güzellik ge­celeri dünyamızı nasıl aydınlatıyor diye düşünür­dük. Bir de baktık ki bu sa­dece taş toprak parçası, hayallerimiz silinip atıldı. Bunun için fotoğraf makinasına çok kızıyorum. Yalnızca bu konuda kızı­yorum. Şimdi aya daha başka bir gözle bakıyo­rum. Bütün bunları fotoğ­raf makinesi yaptı.

Teknik harikalar in­sanın keşfedici dehasınameydan okuyor âdeta.Objektifteki gelişmelergözle farkedemediğimizayrıntıları yakalıyor,hattâ bir ölçüde fotoğra­fa zaman boyutunu dakazandırıyor. Bu du­rumda ortaya çıkan eser­de fotoğraf sanatçısınınrolü nedir?

Duy­gu ayrı bir şey, mekanik ise daha başka bir şeydir. Tekniğin tek başına birşey yapabileceğine inanmıyo­rum. Teknik bir yere kadar gelir. Onda insanın duygu tellerini titreten hiç bir şey yoktur. Duygu ve teknik. Bu iki zıt kavramı bir pota­da eritebilen insan zaten fotoğraf sanatçısı demek­tir. Bunu becerebilmek önemlidir. Acı bir gülüm­semenin anlamını bulan bir fotoğraf düşünelim. Bunu modem bir makine çekiyor, ama ona yön ve­ren, bunu görmesini, çek­mesinin sağlayan sanatçı­dır. Tek başına makine ne çekebilir ki?.. Makinanın çektiği teknik bir şey olabilir, ama sanatçı makinayı göstermek istediği şeye yöneltir. Bir insanı düşündürebilen, ağlatan, güldü­ren, bu düşünceleri ona veren sanatçıdır. Bir fotoğra­fa bakıldığı zaman bunları aramak icap eder.

Çin’de yapılan mil­letlerarası bir fotoğraf yarışm asında sizin fotoğrafınız katılan ülke­ler arasında birinci seçil­di. Fotoğrafın konusu Ağrı Dağı’ydı. Ağrı Dağı’nı bu yarışma için özellikle mi çekmiştiniz? Yarışmadan biraz bah­seder misiniz?

Çeşit­li medeniyetlere asırlar boyu beşikliğini yapmış olan Anadolu toprakları içerisinde 54 senedir, sır­tımda makinam, elimde sehpam dolaşıyorum . 50’ye yakın sergi açtım. Her memleketin, her yerin kendine özgü güzellikleri var. Şunu anladım ve gör­düm ki, Türkiye’de bir da­ğın arka tarafına geçiyor­sunuz bambaşka bir âlem­le karşılaşıyorsunuz. Tür­kiye’nin doğal güzellikle­ri, sanat hâzineleri, tarihi zenginlikleri, folkloru, halkı, örfü ve âdetleri o ka­dar zengin ki, sanki mekân değiştirirken başka bir kıtaya gitmiş gibi olu­yorsunuz. Bir tepe aşıyor­sunuz ve başka bir dünya­ya adım atıyorsunuz. Allah Türkiye’yi o ka­dar iltimaslı yaratmış ki, ne ararsanız burada bula­bilirsiniz. Hem de en bol olarak. İşte bu güzellikleri yakalamak için uzun uzun gezintiler yapıyordum. Sonra seçtiğim fotoğrafla­rı dış ülkelere götürüyor­dum ve Türkiye’yi dış ül­kelerde tanıtıyordum. Bu gezilerim esnasında çok heyecanlı dakikalar geçi­riyordum. Doğuda birkaç kere Van’a gidiyordum. Ordan Ağrı’ya geçiyor­dum ve ayrılmak istemiyordum. Ağrı’dan ayrılı­yor, Kaçkarlara çıkıyor­dum. Kaçkarlar’da doya­mıyor tekrar Van’a çıkı­yordum. Oradan da tekrar doğuya veya Akdeniz’e iniyordum, yahut da Orta Anadolu ya da Trakya’ya gidiyordum. Türkiye’nin her yeri hakikaten fotoğ­rafçı için idealdir. Doğu’da, Ağrı Dağı’nda gezerken çok güzel bir İlkbahar günüydü. Kar­lar yamaçlardan aşağıya doğru inmişti. Zaten tepe­sinden kar hiç eksik olmaz. Ağrı Dağı’nm bu doğal gü­zelliğinin yanında bir de yerli yaşantısı vardır. Fo­toğrafta, bir aile, karı-koca var, ikisi de hayvanları ile uğraşıyor. Rüzgar vur­muş, adamın şapkası, ka­dının başörtüsü hafif yana kaymış. Hem kıyafet bakı­mından, hem yaşantı bakımından, hem de doğal gü­zellik bir kompozisyon ha­linde karenin içerisinde yer almıştır.

Bütün bu özelliklerle birlikte benim talihim, Ağ­rı Dağı fotoğrafım, 43 ülkeden 2500 fotoğrafçının 12000 fotoğrafı içerisinde renkli fotoğraflar dalında birinciliğe lâyık görül­müştür

Fotoğraf sanatının tarihi diğer sa­nat dallarına göre hayli yeni. Bu bakımdan kül­türe etkileri nelerdir?

Fotoğrafın birinci rolü, bakmakla görmek arasındaki farkı öğretmesidir. Herkes bakar fakat görmez. Be­nim anladığım mânâda ha­yattaki rolü budur. insan­ları bir şeye bakmaya sevkeder, iyi göremezseniz, bir ressam, bir mimar, bir seramikçi, bir edebiyatçı olamazsınız.Ben küçükken, 10 yaşlarında falan idim; babam beni ormana götürmüştü. Semaverde çay demleni­yordu. Henüz sabah kıra­ğıları yeni yağmıştı. Ba­bam uzun çubuğunu yak­mış sigara içiyordu. “Oğ­lum bu ağaçta ne görüyor­sun?” diye bana bir ağaç gösterdi. Baktım, baktım “ağaç” dedim. Babam bir şey söylemedi. Biraz sonra tekrar sordu. “Ağaça doğru dürüst bak ve ne gördüğü­nü söyle” dedi. Ben gene baktım, baktım, aklıma bir şey gelmiyordu; tekrar “ağaç” dedim. Babam kalktı ve kulağımı yakala­yıp havaya doğru çekti. Bağırmamak için kendimi zor tuttum. “Bak bakalım bu ağacın gövdesi, dalları yok mu; dalların ucunda yaprakları, yaprakların renkleri yok mu? Onların ucunda kuşlar uçuşmuyormu?” dedi. “Bu ağacın gölgesi yok mu?” dedi. “Yok mu, yok mu, yok mu”, bel­ki elli tane şey saydı. Son­ra da,” Bakmak başka şey­dir, görmek başka şeydir. Sakın bu sözümü unutma” dedi. Benim ilk fotoğrafçı­lık dersimi böylece babam vermiş oldu. Bazı insanlar da, yazılarında, sözlerinde hep buna dikkat çekerler, bakıyorsun ama görmü­yorsun v.s. derler.Hepimiz bakıyoruz ama çok azımız görüyo­ruz. Bence bu görme özel­liğinin kültür hayatımıza yansıması, fotoğrafın da ışık saçması ile olmakta­dır.Artık fotoğrafçılık, güzel sanatların da bir dalı haline gelmiştir. Gerçi fo­toğrafçılığın Türkiye’ye gelmesi hayli geç olmuş­tur. Geçen yıl 150. yılını kutladık. Bu gecikme de pek çok sebep bulunmak­tadır. Sanayinin kurula­maması, kâğıt yokluğu, di­ni bazı sebepler, üniversi­tede hocaların buna çok geç el almaları, basın ve yayının buna çok geç eğil­mesi v.s. Ama son zaman­larda üniversitelerde fo­toğrafçılık bölümleri açıl­dı, gençlerin yabancı dil bilmeleri ile yabancı ya­yınları takipleri v.s. gibi sebeplerden geri kalmış­lık çok kısa bir zamanda kapanacaktır. Fotoğraf sa­natı diğer sanatlara oranla geri kalmış bir sanat dalı değildir. Aksine hızlı tek­noloji sayesinde çok ça­buk ilerleyan bir sanat da­lıdı.

Son çalış­malarınız hakkında biraz bilgi verebilir misi­niz? Neler yapıyorsu­nuz? Eserlerinizi hangialanlarda değerlendiri­yorsunuz?

Deği­şik zamanlarda, üniversi­telerde, fotoğraf okulla­rında, demeklerde, kulüp­lerde hatta liselerde fotoğ­raf gösterileri yapıyorum. Eğer yeryüzünde bir cennet arıyorsak, işte aya­ğımızın altındaki yerdir. Kendi toprağımızı kendi­mizin bilmesi lâzımdır. Bunun için, bu güne kadar görmemiş olanlara bir pencere açıyorum ve prefeksiyonlarla, sergilerle bunları göstermeye çalışı­yorum. Bu güne kadar bu­nu yapüm ve yapmaya da devam ediyorum. Hepi­mizin bu toprağa bir borcu var. Bu borcumuzu şu ve­ya bu şekilde ödememiz lâzım. Eğer biz bunları ya­pamazsak, yarın şehitleri­miz mezarlarından fırla­yıp bizim suratımıza tükü­rürler. Çünkü insan kendi yaşadığı toprağın sahibi olmalıdır. Emanetçisi de­ğil. Bu güne kadar 50’ye yakın serginin yanında Türk turizmini, Türk kül­tür ve sanat hayatını yansıtan 50’ye yakın da büyük raf kitabı hazırladım. De­ğişik kitaplar da hazırla­maya çalışıyorum. Yalnız turizm kitapları değil; mi­marî kitapları da hazırla­dım. Meselâ, Mimar Si­nan’la ilgili 2 ciltlik 2000 sayfalık bir kitap hazırla­dım. Mimar Sinan gibi bir deha yetişmiş ama onunla ilgili bir eser ortaya konmamış maalesef. İki sene çalışarak Mısır’dan Kırım’a kadar olan bütün eserlerini tek tek mahalle­rinde çekerek kaliteli bir kitabı devlete hazırladık. Birinci cildinde mimarî eserleri, İkincisinde ise güzel sanatlar kısmı, yazı v.s. yer alıyor. Şimdi bu­nun gibi tanıtıcı yayınlar hazırlıyorum ve bundan sonra yetişecek olanlara da bunu aşılamak istiyo­rum. Eğer biz bu güzellik­leri, kendi öz malımızı muhafaza edemezsek, dış dünyaya tanıtamazsak, görevimizi yapamamış oluruz. İmkânlar dahilin­de bunlara el atmak, mu­hafaza etmek, sonra da ya­yınlamak hepimizin bor­cudur.Fotoğraf sanatını bü­tün bu yönleriyle değer­lendirmek gerekmektedir. Yalnızca turizm amacıyla bakmak, son derece yanlış bir tutumdur.

Teşekkür ederiz.

Sami Güner Kimdir?

İÜ Hukuk Fakültesindeki öğrenimini yarıda bırakarak Merkez Bankası’nda görev aldı. Emekliye ayırtınca (1961), genç yaşta başladığı fotoğraf çalışmalarına hız verdi. Özellikle Türkiye’nin doğa ve tarih zenginliklerini ortaya koyan renkli fotoğraflarıyla tanındı. Buraları pekçok kez yurt dışında sergiledi. Uluslararası Fotoğraf Sanatı Federasyonu’nca (FIAP), fotoğrafa bûyök katkıda bulunmuş kişilere verilen ESFIAP unvanına değer görüldü (1986); yurt içinde ve dışında birçok ödül kazandı. Bunların başlıcaları Torino’da Afiş Yarışması’nda kazandığı birincilik; Çin Fotoğraf Birliği’nin düzenlediği, 12 bin fotoğrafın katıldığı yarışmada elde ettiği birincilik (1991) ödülleridir.

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen SanalSergi'yi gezerken reklam engelleyicinizi kapatın. Açık kalması durumunda site içerisinde içeriklerde kısıtlı erişim sağlayabilirsiniz. Desteğiniz için teşekkürler.