Henry Carroll’ın Remzi Kitabevi’nden çıkan “İyi fotoğraflar çekmek için bu kitabı okuyun” adlı eseri raflardaki yerini alalı kısa bir süre oldu.
Yeni başlayanlar için rehber niteliğinde olan kitabın henüz ilk sayfalarında yer alan şu ifadeler ise, Fotoğrafçıların İzlemesi Gereken 30 Belgesel dosyamızı hazırlarken daha kendi aramızda oluşan “tatlı tartışmalara” vesile olduğundan, oldukça açıklayıcı ifadeler sunuyor: “Her birinin kendi tarzı, ilgi alanları ve kendince yöntemleri var. Anlayacağınız, hepsini bir odaya toplamaya kalkışsanız ortalık karışabilir. Ancak ne kadar farklı olursa olsunlar hepsinin ortak bir noktası var; hepsi fotoğrafın en önemli unsurlarından birinin hakkını veriyor: Kompozisyon.”
Dolayısıyla fotoğrafçılık, her ne kadar kendi içinde birçok yol ayrımına gitse de, Carroll’ın da ifade ettiği üzere, tabanını iyi bir kompozisyonda buluyor. Konu; soyut fotoğrafçılık ya da bunun zıttı olarak belgesel fotoğrafçılık da olsa, ortaya çıkan sonucun bir “fotoğraf” olarak nitelendirilebilmesi için, kadraj içinde yer alan ögelerin bir anlatım sağlayabilmesi gerekiyor. Hatta bu nokta, çoğu zaman teknik değerlerden dahi daha önemli bir sorunsal oluşturuyor. Zira böylece fotoğraf, bakanda yalnızca “görme” değil, hissetme güdüsünü de yaratıyor ve “yaşatıyor”.
“Tanıklık” ve kompozisyon sorunsalı
Her ne kadar fotoğrafçılığın kendi içinde birçok alana ayrıldığını belirtmiş olsak da, karşılaşılan ilk yol ayrımının, geçmişten günümüze toplumsal olaylara tanıklık eden belgesel fotoğrafçılar ile, objektifini sanatsal düzleme yönelten fotoğrafçılar arasında yaşandığını söyleyebiliriz. Zira fotoğrafçılığın tabanını oluşturduğunu belirttiğimiz “kompozisyon” da burada devreye giriyor ve biçimi ön plana çıkaran sanatçılar belgeselde kompozisyon değeri görmezken, bu alandaki fotoğrafları “saf tanıklık” olarak değerlendirebiliyor ve fotoğrafçının gözünden ziyade, yalnızca “denk gelen anı” başarılı bulabiliyor.
Wim Wenders’ın yönetmenliğini üstlendiği “The Salt of the Earth” belgeselinde ise fotoğrafçı Sebastião Salgado, bir kutup ayısının bulundukları yere yaklaşması üzerine elindeki fotoğraf makinesini çekim yapmak için kullanmanın yerinde bir davranış olmadığına dair söylemlerde bulunuyor. Zira usta fotoğrafçı, arka planda kompozisyona yer verecek bir etken bulunmamasından ötürü, basacağı deklanşör sonucunda oluşacak görüntünün yalnızca “göstermek” amacı taşıyacağına; ancak “fotoğraf” oluşturmayacağına dikkat çekiyor.
Salgado, yukarıda belirttiğimiz sorunsala bir nevi cevap vermekle birlikte, teknolojik gelişmeler ile günümüzde evrimleşen belgesel fotoğrafçılık tartışmaları üzerine de farkındalıksız olarak yorum yapmış oluyor böylece. Nitekim artan blog kullanımı ve IPhone’larla yapılan fotoğraf çekimleri, yurttaş gazeteciliğin hızla popülerliğini artırdığı günümüzde, profesyonel fotoğrafçıların işini tehlikeye sokabilecek bir durum ortaya koyabiliyor; ancak Salgado’nun da bahsettiği üzere, ortaya çıkan sonuçlar çoğunluklu olarak yalnızca “tanıklık” değeri taşıyor ve fotoğrafçı bir gözün, gelecek nesillere aktarılacak olan fotoğrafları ortaya çıkarması her koşulda gerekliliğini koruyor.
Bunun son yıllardaki en başarılı örneklerini ise, World Press Photo ödülüne de layık görülen Bülent Kılıç’ın fotoğraflarında bulmak mümkün. Kılıç, her ne kadar hakkında yapılan bir belgeseli henüz bulunmadığından ötürü listemizde yer almıyor olsa da, gerek Gezi Parkı’nda, gerekse Soma’da ve Ukrayna’da çektiği fotoğraflarla mutlaka mercek altına alınması gereken fotoğrafçılar arasında bulunuyor.
Levend Kılıç’ın “Fotoğraf ve Sinemanın Tarihi” adlı eseri hakkındaki incelememize göz atmak için tıklayınız.
The Weird World of Muybridge (2010)
Edward James Muggeridge hakkında yapılan bir belgeselin ismi için “garip” kelimesinden daha iyi bir seçim olamazdı herhalde! Asıl adı Edward James Muggeridge olan; ancak tarihi dökümanlarda karşımıza birçok farklı isimle çıkan Muybridge, fotoğraf tarihinin olduğu kadar, sinema tarihinin de en önemli isimleri arasında yer alır. Zira Muybridge, kurduğu bir düzenek sayesinde hareket halindeki atın görüntülerini kaydeder, böylece hareketli görüntünün ilk örneklerini verir.
“Dört nala koşan bir atın dört ayağı birden yerden kesilir mi?” sorusunun cevaplanmasının istenmesi üzerine başlayan bu proje, zamanla farklı alanlarda da gelişim gösterir ve Muybridge; her ne kadar sinema üzerine doğrudan bir çalışma yapmamış olsa da, sonraki yıllarda şekillenecek olan sinema sanatının ilk adımlarını atar ve çağımıza ilham verir. Peki neden “garip”? Belgesel, bir cinayet sabıkası da bulunan Muybridge’in hayatına odaklanarak bunun cevabını oldukça net bir şekilde veriyor, aynı zamanda 20. yüzyılın hukuk sistemine de ışık tutuyor.
Alfred Stieglitz: The Eloquent Eye (1999)
Fotoğrafın sanat olup olmadığının henüz tartışmalara açık olduğu bir dönemde günlük hayatı ve doğayı fotoğraflayan Stieglitz, yaptığı çalışmalarla bu tartışmalara da cevap vermeye çalışıyordu. Kaydedilen her görüntünün fotoğraf olamayacağını düşünen sanatçı, görünenin fotoğraf haline gelebilmesi için, çekenin imzasını taşıması gerektiğine dikkat çekiyordu bir nevi. Camera Work adlı dergide de çalışmalarını sürdürmüş olan Alfred Stieglitz, nü fotoğrafçılığın ise ilk sanatsal ürünlerini vermişti. Fotoğraf sanatının öncü isimleri arasında yer alan Stieglitz, zamanla soyut sanata kayarak takipçilerini şaşırtmış olsa da, fotoğrafçılık tarihinde iz bırakacak projelere imza atmıştı. Dolayısıyla Alfred Stieglitz, sanat tarihine yaptığı katkılar dolayısıyla fotoğrafçılıkla ilgilenenlerin mutlaka kulak vermesi gereken bir isim olarak karşımıza çıkıyor.
Edward Weston: The Photographer (1948)
20. yüzyılın öncü fotoğrafçıları arasında yer alan Edward Weston, sanatçıyı öncelikli olarak “seçici” ve “arayan” kişi olarak tanımlar. Weston, doğanın izlerini takip ederek oksijenini soluduğu yeryüzünde kaya, ağaç gibi basit ögeleri yeniden dile getirir adeta. Fotoğraf makinesinden ziyade gözlerin en önemli araç olduğunu belirten Weston, algısını sonuna kadar açarak “görülmeyen” üzerine odaklanır ve yeryüzünde yakaladığı harmoniyi bir şair edasıyla fotoğraflarına yansıtır. Weston’ın fotoğraflarında yansıttığı harmoni, yalnızca fotoğrafa olan ilgisinden ileri gelmez. Zira, kendine gelen öğrencilerle çoğunluklu olarak felsefe üzerine konuşan fotoğrafçı, bu yönüyle onları şaşırtan bir tavır sergiler. Nitekim Weston’ın felsefeye olan bakışı, fotoğrafa olan bakışının da temelini oluşturur ve etrafında var olanları görselleştirme anlayışı, düşünsel dünyayla kurduğu iletişimin de ortak dili olarak karşımıza çıkar.
Strand, Under the Dark Cloth (1989)
Ressam Charles Sheeler’la ortaklaşa bir çalışmaya giderek “Manhatta”ya da imza atmış olan Paul Strand, bu belgeselinde ortaya koyduğu özenli kadraj görüntüleri ve kompozisyonuyla fotoğrafçı gözünü yansıtıyordu. Kent senfonilerinde olduğu gibi, bireysel kariyerinde de hayatın senfonilerini yansıtan Strand, Alfred Stieglitz’in de yardımıyla fotoğrafçılığını geliştirme ve eserlerini yayınlama şansı yakaladı. Strand’in fotoğrafçı gözü, onun kameramanlık ve belgeselcilik alanında da çalışmasını da sağlayarak, birçok alanda eser vermesine vesile oldu. “Modern makineyi” en başarılı yöntemlerde kullanan Paul Strand’in sanatına dahil olmamak, fotoğraf sanatıyla ilgilenenler için büyük bir eksiklik olacaktır.
Photographer Man Ray (1998)
Çektiği fotoğraflarda bir obje göstermektense bir fikri yansıtmayı tercih eden Man Ray, bu fikirlerini aktarırken hayallerini ve rüyalarını dile getirmeyi amaçlıyordu. Sürrealizm akımının önde gelen isimlerinden olan Man Ray, ressam kişiliğinin de etkisiyle görsel dünyanın oluşturduğu tüm imgeleri farklı yöntemlerle dışa vurabiliyor; Bréton, Duchamps, Baudelaire, Rimbaud gibi isimlerden de aldığı ilhamlarla, kendi zihninde yoğurduğu benzersiz eserleri ortaya çıkarıyordu. Yeni bir “exposure tekniği” de geliştirerek algılar üzerinde oynama yapan Man Ray, yarattığı her eseri bir kitap niteliğinde okunabilecek sanatçılar arasında yer alıyor ve fotoğrafçılığın yeni yeni gelişim gösterdiği yıllarda ortaya koyduğu benzersiz eserleri dolayısıyla, mutlaka dikkat çekilmesi gereken sanatçılar arasında bulunuyor.
Ansel Adams: A Documentary Film (2002)
Edward Weston ve Imogen Cunningham’la kurduğu F/64 gubuyla tanınan Ansel Adams, Paul Strand’in fotoğraflarından etkilenerek kendini fotoğrafçılığa adamış bir isim olarak karşımıza çıkıyor. Günümüzde dahi birçok poster, takvim ve kitaplarda eserleri kullanılan Adams, Amerikan fotoğrafçılar arasında en belirgin iz bırakan isimlerden biri olmuştur. Ansel Adams’ın hayatını ve yapıtlarını ele alan belgeseli, sanatçının babasıyla olan ilişkisini ortaya koymakla birlikte, kendisini fotoğrafçılığa hazırlayan etmenleri de detaylı bir şekilde ele alıyor. Belgesel, kendi tekniklerini geliştirmekten de uzak durmayan Ansel Adams’ın profesyonel dünyasına konuk oluyor ve mutlaka izlenmesi gerekenler listesine giriyor.
Henri Cartier-Bresson: The Impassioned Eye (2003)
Henri Cartier-Bresson’un fotoğrafçılık için yaptığını Bach’ın müzik alanında yaptığına benzeten Richard Avedon, aslında hiç de abartılı bir ifadede bulunmuyordu. Çağın sorunlarına tanıklık ederken kamerasını doğrulttuğu nokta ne olursa olsun, bunu en etkili duyguyu uyandırabilecek şekilde aktarabilen Cartier-Bresson, hümanizmanın estetikle doruk noktasına çıktığı eserler ortaya koydu.
Cartier-Bresson’un fotoğrafları, tarihin şiir gibi yazıldığı eserler niteliği taşımasıyla, “Bresson Okulu” kavramının doğmasını da yol açtı. Fotoğrafın kırpılmasına olduğu kadar, uzaktan çekilmesine de karşı olan sanatçı, kendisini ise bir “anarşist” olarak nitelendirirken, kimi fotoğraflarında bunu mizah ögeleri dahilinde, kimilerinde de oldukça net bir savaş karşıtlığı halinde yansıttı. Bresson, ne de olsa askerlik için resmi çağrı aldığında pilot olmak istediğini anlatmak amacıyla şiir yazan, ardındansa görevini uçak ambarlarını temizleyerek geçiren biridir! Sonrasında askerden de kaçan Cartier- Bresson, yeteneğini gerekli olan yere, yani fotoğrafçılığa adadı.
Modern fotoğrafçılar arasında henüz benzeri çıkmamış olan sanatçı, fotoğraf sanatı için şu ifadelerde bulunmuştu: “Fotoğraf çekmek; kişinin beynini, yüreğini ve gözünü objektif eksenine dizebilmesidir.” Bresson, özellikle kompozisyon alanında çok şey öğrenilebilecek bir sanatçı olarak, fotoğrafla ilgilenenlerin mutlaka kulak vermesi gereken bir isim olarak karşımıza çıkıyor. Tıpkı Bach’ın geride bıraktığı yapıtlar gibi, Cartier’in eserleri de üzerine inceleme yapılması, okunması gereken özellikler taşıyor.
Robert Doisneau, Tout Simplement (2001)
Gravür ve taş baskı üzerine plastik sanatlar okulunda eğitim alan ve ardından bir süre asistan, bir süre ise Renault fabrikalarının fotoğrafçısı olarak çalışan Robert Doisneau, yıllar içerisinde Vogue ve Life gibi dergilerde çalışmış, aynı zamanda işgal fotoğrafları da çekmişti. Objektifini doğrulttuğu Paris ve banliyölerindeki hayatları benzersiz kompozisyonlar kurarak görüntüleyen Doisneau, şehri bambaşka açılardan görmemizi sağlayarak, sokaklarındaki yaşama tanıklık etmemizi sağlamıştı. Doisneau, savaşın korku dolu yıllarını fotoğraflamakla birlikte, ardından gelen “mutlu” anlarını da görüntülemesiyle, bir nevi “Paris fotoğrafçısı” olarak anılır ve şehrin geçirdiği evrimi oldukça net bir şekilde ortaya koyar.
Robert Capa: In Love and War (2003)
Asıl adı André Friedman olan Robert Capa aslen Budapeşte’de doğmuş olsa da, aldığı yeni ismiyle birlikte Paris’te yeniden dünyaya gelmişti. “Hayatımda hiç bu denli mutlu olmamıştım” şeklinde tanımlayacağı bu yeniden doğuştan yıllar sonra Budapeşte’ye dönen Capa’nın kendi şehrinde karşılaştığı ise, Nazilar tarafından yıkılıp harabe haline getirilmiş olan şehir olmuştu. Capa, yıllar içerisinde tanıklık ettiği birçok savaşta deneyim kazanmış biri olarak, kendi şehrinin görüntülerini de tarih sayfalarına kaydetmişti.
Faşizme karşı savaşabilmek için gazeteci olmak isteyen Capa, dünyada yaşanan karanlık günleri kaydederek, bunları günümüze taşıyan en önemli isimlerden oldu. Henri Cartier Bresson ve David Seymour ile olan yakın arkadaşlığı ise, gelmiş geçmiş en önemli fotoğraf ajansları arasında bulunan Magnum’un kurulmasına kadar ilerledi. Robert Capa’nın dünyasına kendi vizöründen bakmak, savaşın yanında aşkına da tanıklık etmek; ancak idealizminin her şeyin önüne nasıl geçtiğini anlamlandırmak için, “Robert Capa: In love and War”, mutlaka izlenmesi gereken fotoğraf belgeselleri arasında bulunuyor.
The Mexican Suitcase (2011)
Robert Capa, Gerda Taro ve David Seymour’un İspanya İç Savaşı sırasında çektiği fotoğraf negatiflerinin içinde bulunduğu “kayıp bavul”, 2008 yılında kamuoyuna yapılan açıklamaya göre, bir general sayesinde Mexico City’ye ulaştırılmıştı. Fotoğraf sanatçıları ve tarihçilerinin de derin bir nefes almasını sağlayan bu haberin ardından 2011 yılında ise, Trisha Ziff’in yönetmenliğini üstlendiği bir proje kapsamında hikaye belgesel haline geldi. The Mexican Suitcase, dünyanın birçok yerinde sergilenen fotoğrafların hikayesine tanıklık etmek için kaçırılmaması gereken bir yapım.
Half Past Autumn: The Life and Works of Gordon Parks (2000)
Fotoğrafçı, yönetmen, yazar ve müzisyen… Gordon Parks, dünyada yaşanan adaletsizliğe karşı kullandığı silahını, üretim yaptığı alana göre belirleyen isimlerden biri… Devleti koruyan polis kurumuna karşı tepki veren Parks, dünyada halen daha eşitsiz koşullar dolayısıyla ölen insanlar varken, ona ait olan “silahın” pek de güçlü olmadığının farkındadır; ancak bunu, savaşmamak için bir sebep olarak görmez. Ele aldığı filmlerinde dahi belli başlı koşullara dikkat çekmek istediğini belirten Parks, fotoğraflarını da sosyal bilinçlilik üzerine oturtur. Gordon Parks’ın savaşımları hiç de başarısız olmamıştır, her ne kadar gerçek bir silahın gücüne eşdeğer olmasa da Parks, toplumda yankı uyandıran eserlere imza atmayı başarmıştır.
W. Eugene Smith: Photography Made Difficult (1989)
Fotoğrafçılık hayatına yöresel gazetelerde başlayan ve Newsweek, Life Magazine gibi yayınlarla devam eden W. Eugene Smith, 1955 yılında Magnum Photos fotoğrafçıları arasına girmişti bile. Pittsburgh şehrinde üç haftalık bir çalışma yapmayı planlarken, üç yıla yakın uçsuz bucaksız bir proje ortaya çıkaran W. Eugene Smith, projelerine verdiği titizlik sayesinde şekillenen başarılı fotoğrafçılığı ile mutlaka kulak verilmesi gereken isimler arasında bulunuyor.
Duffy: The Man Who Shot the 60s (2010)
The Who’nun “Who Are You?” parçasıyla başlayan belgesel, nereye ve ne zamana yolculuk yapacağımızın sinyalini daha ilk saniyesinde veriyor. Yönetmen Linda Brusasco, 60’lı yılların en önde gelen moda fotoğrafçılarından Brian Duffy’nin yaşantısını ekrana getirerek, günümüzde altın değeri taşıyan ikonik moda fotoğraflarının oluşma sürecine tanıklık etmemizi sağlıyor. Duffy; evlenmesi ve çocuk sahibi olması dolayısıyla hızlı para kazanma ihtiyacının doğduğunu anlatırken, kariyerindeki ilk adımları da aslında ne denli basit bir güdüyle attığını dile getiriyor. Çalıştığı dergilerden dahi daha ünlü bir konuma gelen Brian Duffy, dönemin önde gelen sanatçılarını da böylece fotoğraflıyor. 60’lı yılların dergi sayfalarını çevirmek isterseniz, dönemi fotoğraflayan Duffy’ye uğramadan geçmemelisiniz.
Helmut Newton: Frames from the Edge (1989)
Fotoğrafın buram buram kadın koktuğu noktadayız. Öyle ki, Newton’ı yalnızca Helmut Newton olarak anmak zor. Onu daha ziyade, “Helmut Newton ve kadınları” olarak tanımlayabiliriz. Usta fotoğrafçılar arasına ismini kazıyan Helmut Newton, 83 yılında geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayatını kaybettiyse de, arkasında devasa bir arşiv bıraktı. Arşiv öyle bir arşiv ki, Karl Lagerfield’dan Leonardo di Caprio’ya, Serge Gainsbourg’dan David Lynch’e birçok ismi barındırıyor; kadınları ise apayrı bir noktaya koyuyor.
Her ne kadar kimi muhafazakar kesim tarafından döneminde pornografik olarak nitelendirilmiş olsa da Newton, güçlü kadınları fotoğraflarken kendini güvende hissettiğini söylüyor. Helmut Newton, aslında çıplaklığı bir başkaldırı olarak nitelendiriyor ve fotoğraflarında kadını mümkün olduğunca ortaya çıkarıyor. Modanın sunduğu dünyanın kadını savunmasız bıraktığını belirten Newton, üzerindeki giysilerden arınan kadının gücüne kavuştuğunu düşünüyor. Helmut Newton, dünyanın yoksulluğunu ve çirkinliğini fotoğraflamaktansa, güzelliğini ve gücünü yansıtmayı tercih ettiğini belirtiyor.
Richard Avedon: Darkness and Light (1995)
Fotoğrafçılık hayatına ablasının fotoğraflarını çekerek başlayan Avedon, ileriki yıllarda Harper’s Bazaar ve Vogue gibi dergilerde çalışmış ve ismini hafızalara kazımıştı. Moda dünyasının öncü fotoğrafçılarından olan sanatçı, aynı zamanda birçok Hollywood yıldızının ve müzisyeninin portrelerini de çekmesiyle önemli bir “imza” haline gelmişti. Richard Avedon’un, tüm bunların yanında bir de “Demokrasi” adını verdiği çalışması vardır ki bu, sanatçının belgeselci yönünü kullanarak sosyal projelere de imza attığının göstergesidir. Ne yazık ki hayatının son yılında yapmaya karar verdiği bu proje tamamlanamamıştır; ancak yine de Avedon’un yıllar içinde çok yönlülüğe geçiş yapan kariyeri dinlenmeye değerdir.
Smash His Camera (2010)
Paparazzi fotoğrafçısı olmayı hiç düşündünüz mü? En olmadık zamanlarda en olmadık yerlerden çıkıp ünlüleri kamusal alan içindeki hal ve tavırlarıyla yakalamayı? Onların büyük uğraşlar vererek çıktıkları televizyon programlarındaki gibi olmadıklarını göstermeyi? Cevabınız evet ise, Ron Galella bu alanda isim yapmış bir fotoğrafçı olarak izlenecekler listenize girmeli. Fotoğrafçıların İzlemesi Gereken 30 Belgesel dosyamızdaki diğer birçok belgesele karşın konusu itibariyle daha yüksek bir tempoya sahip olan Smash His Camera, paparazzi fotoğrafçılığının aslında hiç de kolay olmadığını gösterirken; birçok noktada gülümsemeye de yol açıyor. Belgesel, paparazzi haberlerinde görüp geçtiğimiz fotoğrafların oluşum hikayesini gözler önüne seriyor ve belki de haberlerden daha ilgi çekici bir hale bürünüyor.
Finding Vivian Maier (2013)
1950’li yıllardan 90’lara kadar dadılık yaparak geçimini sağlayan, aynı zamanda çektiği fotoğraflarla da çağını yansıtan kareler ortaya koyan Vivian Maier, günümüzde ismi yeni yeni duyulan bir fotoğrafçı. Bulduğu her şeyi biriktirme içgüdüsüne sahip olan ve çektiği fotoğrafları da kimseye göstermeyen Maier’in başarılı fotoğraflarının günümüze ulaşması ise, yalnızca bir tesadüfe dayanıyor: Chicago’lu tarihçi John Maloof bir müzayedede rastgele bir koli fotoğraf satın alıyor ve gizemli bir arayışın içerisine giriyor. “En İyi Belgesel” dalında Oscar adaylığı da bulunan belgesel, sessiz bir şekilde dünyadaki çalışmasını yapmış ve sessiz bir şekilde yaşama gözlerini yummuş bir fotoğrafçının, arkasında bıraktığı yüksek sesli fotoğraflara bir yolculuk vadediyor.
Visual Acoustics (2008)
Mimari fotoğrafçılığın en önde gelen isimlerinden Julius Shulman’ın hayatını ve eserlerini konu alan belgesel, fotoğrafçının mimari eserlere bakış açısını aktarırken, sanatın içinden yeni bir sanat yapıtının doğuşunu gözler önüne seriyor. Shulman’ın kimi noktalarda teknik bilgilerle de eşlik ettiği belgesel, mimari alanda çalışmayı hedefleyen fotoğrafçılar için olmazsa olmaz bir anlatım sunmakla birlikte, fotoğraf sanatının diğer sanat dallarıyla olan etkileşimlerde nasıl bir yön aldığını görmek adına da izlenmesi gereken yapımlar arasında bulunuyor.
The Many Lives of William Klein (2012)
Yaşayan en önemli fotoğrafçılardan olan William Klein, sokak ve moda fotoğrafçılığının en önde gelen isimlerindendir. Klein’ın eserleri, dünyanın adaletsizliğini ve hoşgörüsüzlüğünü yansıtırken, aynı zamanda en güzel anlarına ve huzuruna da dikkat çeker. Nefreti ve sevgiyi bu denli aktarabilen fotoğrafçı, aslında insanlarla kurduğu ilişkiler sayesinde onların elektriklerini doğrudan yansıtabilmektedir. New York doğumlu olan ancak şehrini sevmediğini her fırsatta dile getiren fotoğrafçı, aslında en büyük uğraşını oradan kaçabilmek için vermiştir. Yerleştiği Paris’te yaptığı çalışmalar ile şehrin görünmeyen yönlerini de gösteren Klein, şehirler ve hikayeler üzerine usta bir fotoğrafçı haline gelmiştir. William Klein, fotoğrafçılıkla ilgilenenlerin kulak vermemesi halinde çok şey kaçıracakları bir isim olarak, belgeseli mutlaka izlenmesi gereken bir sanatçı.
McCullin (2012)
Gelmiş geçmiş en başarılı savaş fotoğrafçıları arasında yer alan Don McCullin, tanıklık ettiği savaşlar dolayısıyla ayaklı bir tarih kitabı niteliği taşır adeta. 1964 yılında Kıbrıs’ta çektiği fotoğraflarla büyük ses getiren McCullin, kocası ölen bir Türk kadınının dramını gösterdiği fotoğrafı ile World Press Photo ödülüne layık görülmüştü. Vietnam, Kongo gibi bölgelerde de objektifini yaşanan dramın üzerine doğrultan McCullin’in yaşantısı, 90 dakikalık belgeselin izin verdiği ölçüde anlatılıyor. Değişen medya ve gazetecilik etiği gibi birçok konuya da değinilen belgesel, dolayısıyla McCullin’ın yaşamına bir ayna tutarken, toplumlara ve toplumları yansıtan medya araçlarına da söylemlerinde yer veriyor.
The Salt of the Earth (2014)
Bir sanatçı için yapılabilecek en değerli nitelendirme “yaşayan efsane” olsa gerek. İşte Brezilyalı fotoğrafçı Sebastião Salgado, bu ifadeyi sonuna kadar hak eden isimlerden biri. Dünyanın farklı coğrafyalarında kırk yıl boyunca çalışan ve tanıklık ettiği yaşamları kendi merceğinden aktaran Salgado, fotoğrafçının gözünün ve kişiliğinin kadrajda bütünleştiğinin göstergesidir adeta. Sanatçı, kadrajın yetersiz olması halinde tanıklık edilenin yalnızca “gösterilmiş” olduğunu belirtirken, düzgün bir kadrajla ise bu tanıklığın “fotoğraf” haline geldiğini belirtir. Salgado aslında bir nevi, fotoğrafçılığın asla ölmeyeceğinin de göstergesidir.
Manufactured Landscapes (2006)
Fotoğrafçı ve görsel sanatçı Edward Burtynsky’nin 16 mm’yle kaydettiği görüntüleri içeren Manufactured Landscapes, endüstrileşmenin dünyada yarattığı gölgeleri odağına alıyor. Tüketim sisteminin yarattığı bu gölgeler, insan hayatlarının ışığa ve dolayısıyla yaşamaya olan gereksinimlerini açık bir şekilde gösteriryor. Jennifer Baichwal’ın yönetmenliğini üstlendiği belgesel adeta; “Hayatta görmediğiniz bu gerçekler var ve dahası, uzak gibi hissettiğiniz o fotoğraflar işte bu gerçeklikten meydana geliyor” diyor.
War Photographer (2001)
İsviçreli yönetmen Christian Frei bu belgeseliyle, en cesur ve başarılı savaş fotoğrafçılarından biri olarak anılan James Natchwey’i bizimle yakından tanıştırıyor. Sergi alanlarında ya da sıcak evlerimizde dergilerimizi okurken tanıklık ettiğimiz savaş fotoğraflarının gerçekçi dünyasına en yakın tanıklık ise, Natchway’in fotoğraf makinesine yerleştirilen mikro kamera sayesinde oluyor. Bu kamera ile Natchwey’in attığı her cesur adımı görmek ve fotoğraflarının yakalanış anına tanıklık etmek mümkün.
Natchwey, 1980 yılında aldığı mesleki kararı sonrasında ise şunları dile getiriyor: “Gerçekten tarihe tanıklık ettiğimi hissediyordum ve bu akademik bir bakış açısından ya da belli bir mesafeden değildi.” James McNatchwey’in tanıklıklarına internetten ya da kitaplardan ulaşmak mümkün; ancak savaş alanında yaşadığı anlara direkt olarak tanıklık edebilmek için War Photographer mutlaka izlenmesi gerekenler listesine alınmalı.
Search for the Afghan Girl (2003)
ABD’li fotoğrafçı Steve McCurry’nin “Afgan Kızı” fotoğrafı, vesikalık fotoğraf çektirmeye gittiğiniz mahalle fotoğrafçısının dahi duvarını süsleyen bir popülariteye kavuşmuştur. National Geographic Dergisi’nin 1985 Haziran sayısında yayınlanan bu fotoğraf, belgesel fotoğrafçılık ile tanışıklığı olmayanları dahi bu alana çekerek, efsanevi bir başarı göstermiştir. McCurry, işte böylesine başarı kazanmış olan fotoğrafının peşine düşer ve National Geographic ekibiyle birlikte “Afgan Kızı”nı bulmak için yolları arşınlar. İsminden de anlaşılacağı üzere belgesel ise, bu arayış sürecinde yaşananları ekrana getirir.
Annie Leibovitz: Life Through a Lens (1985)
Annie Leibovitz’i Hollywood yıldızlarının fotoğrafçısı olarak tanımlamak her ne kadar abartılı bir ifade olmayacaksa da, sanatçının ortaya koyduğu eserler ve yaşamla bütünleştirdiği sanatı için oldukça yetersiz kalacaktır.Leibovitz, fotoğraf makinesiyle bütünleştirdiği hayatında öyle bir konuya gelir ki, belki de en zor olanı başarır: Ailesinden kaybettiği kişileri dahi fotoğraflar. Yazar ve insan hakları savunucusu Susan Sontag’la olan ilişkisiyle de bilinen Annie Leibovitz, Sontag’ın ölmeden önceki fotoğrafını da arşivine eklemiştir. Annie Leibovitz, yaratıcılığı ve pratikliğiyle mutlaka kulak verilmesi gereken fotoğrafçılar arasında yer alır.
Blood Ties: The Life and Work of Sally Mann (1994)
Bir çocuk büyürken masumiyetini nereye bırakır? Bırakacak yer bulabilir mi, yahut bırakması gerekir mi? Dahası, bırakabileceği bir masumiyet var mıdır elinde? Sally Mann, kadrajına oturttuğu çocukları hiç de alışık olmadığımız şekillerde yansıtıyor. Onların masumiyetini reddederek, karşımıza sinirli çocukları getiriyor. Sigara içen ergen kızlar, bildiğimiz ya da öyle olduğuna inanmak istediğimiz tüm klişelerden uzak bir izlenim sunuyor bize. Mann’in fotoğraf serileri bununla sınırlı değil elbette; tıpkı zihninin belli kurallarla sınırlı olmaması gibi. Belgesel, mutlaka göz atılması gereken yapımlar arasında bulunuyor.
Born Into Brothels: Calcutta’s Red Light Kids (2004)
Zana Briski ve Ross Kauffman’a Oscar da dahil olmak üzere birçok ödül getiren Kalküta’nın Çocukları, belgesel fotoğrafçı Briski’nin, Kalküta’nın genelev çalışanlarını fotoğraflama serüveniyle başlıyor; ancak Briski, fotoğrafları çektiği dönemde yalnızca genelev çalışanlarıyla değil, onların çocuklarıyla da yakın ilişkiler kuruyor ve kendilerine fotoğraf makinesi vererek onlara fotoğraf çekimini öğretiyor.
Konu itibarıyla oldukça dramatik bir yapıya sahip olması beklenen bu belgesel, bölge yaşayanlarının hayata tutunma aşamasında gösterdiği çabaları gözler önüne sererken, bunu çocukların gözlerinden gerçekleştirince, hem Kalküta’ya birincil gözlerle bakmanızı sağlıyor hem de çocukların renkli dünyasına bir davetiye sunuyor.
Gregory Crewdson: Brief Encounters (2012)
21. yüzyılın en etkili fotoğrafçıları arasında gösterilen Gregory Crewdson’ın eserleri, bir sinema yapıtından alınmış görseller izlenimi uyandırır. Kurmacanın ustası olarak tanımlayabileceğimiz Crewdson’ı etkileyen sanatçıların çoğunlukla sinema alanından olması, dolayısıyla hiç de şaşırtıcı değildir. Bir film setinde çalışırcasına çekim yapan Crewdson, manzara fotoğraflarının içine yerleştirdiği modelleri ve kurguladığı dünya ile, sürreal ve gerçekçi yaklaşımı aynı potada eritir. Kimi zaman rahatsız edici bir his uyandıran bu fotoğraflar; ressam Edward Hopper ile yönetmen Alfred Hitchcock’un adeta bir sentezini oluşturarak, fotoğrafçılığa yeni bir soluk getirir ve fotoğrafın, geleneksel ile modern sanat arasındaki köprüyü kurduğunun somut bir göstergesini oluşturur.
The Life of a Photograph
National Geographic fotoğrafçılarından Sam Abell, fotoğraf kitabında yer alan eserlerinin hikayesini anlatırken, kendisini fotoğrafçılığa iten ailevi değerlere de bu belgeselde değiniyor. Tüm Amerika’yı dolaşma amacı taşıyan ailede, anne gidilecek yerlerin haritasını hazırlayan isim olurken, baba ise ziyaret edilen noktalarda yapılacak fotoğraf çekimlerinde Abell’i eğiten kişi oluyor. Sam Abell, dolayısıyla hayatı boyunca hep bir fotoğrafçı olmak istediğini belirtirken, bunu ise hiçbir zaman bir “iş” olarak görmediğine, bu nedenle de bir stüdyo istemediğine dikkat çekiyor. Abell’in şu ifadesi ise, tüm fotoğrafçılık hayatının bir özeti niteliği taşıyor: “Ben bir kariyer dahi istemedim. Hayatı istedim.”
Dark Light: The Art of Blind Photographers (2009)
Fotoğrafçıların İzlemesi Gereken 30 Belgesel dosyamızda buraya kadar hep başarılı fotoğrafçıların ne denli iyi gözü olduğundan, günlük hayatta karşılaşılan olaylar ya da manzaralar karşısında kendi bakış açılarını nasıl diğerlerinden ayırarak başarılı fotoğraflar ortaya çıkarttıklarından bahsettik. Peki ya, tüm bunların aksine, görmeyen bir gözün de benzer başarı yakalaması mümkün müdür? Objektif sadece görme değil, hissetme yoluyla da kullanılabilir mi? Dark Light: The Art of Blind Photographers fotoğrafçılığı bambaşka bir açıdan ele alıyor.
Bonus: Ara Güler
1979 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin foto muhabirliği dalındaki birincilik ödülünü alan Ara Güler, şüphesiz ki Türkiye’nin gördüğü en önde gelen fotoğrafçılardan biri. Dünyanın birçok farklı şehrinde sergiler açan ve çektiği fotoğraflarla İstanbul’u adeta dile getiren Ara Güler, her karesinde bambaşka bir hikaye aktarır. Bertrand Russell, Picasso, Winston Churchill, Salvador Dali, Alfred Hitchcock ve daha birçok ismi de fotoğraflayan Güler, kendisini fotoğraf sanatçısı değil, foto muhabiri olarak tanımlar. Tanımı her ne olursa olsun, her fotoğrafçının mutlaka kulak vermesi gereken isimlerden olan Ara Güler, fotoğrafları ve belgeseli ile listemizin değerli bir noktasında bulunuyor.