Murat Germen gerçekliği adeta kabuklarını soyar gibi katmanlandırabiliyor. Böylece kente dair, sosyal yaşama dair bütün dönüşümleri bir süreç içinde görüntülüyor, yani hareket halinde yakalıyor.
Murat Germen’in dünyasına yolculuk Tophane’de, Galataport inşaatının hemen karşısındaki Merdiven Galeri’de başladı. Galeri, Fındıklı’dan Cihangir’e çıkan ve adı artık “Gökkuşağı Merdiveni” olarak tarihe geçen Salıpazarı Yokuşu’nun hemen yanıbaşında. Binaya girerken, gökkuşağı basamaklarının taze boyandığını görmek hoşuma gitti.
Galerideki sergi odasında da basamaklar çıktı kaşıma. Murat Germen’in sergisinin adı böyleydi: “Merdiven: Adım Adım.”
Kendimi bir lunaparkta çarpıtan aynalar galerisinde bulmuş gibi oldum, ufak odanın duvarları aynalaştırılmış pleksiglas döşeliydi. Bir uçta da basamaklar vardı, üzerleri son yıllarda hayatımızı etkileyen bütün irili ufaklı kitle gösterilerinin fotoğraflarından parçaların kolaj yapıldığı görüntülerle döşenmiş. Gezi olayları, AKM eylemleri başta olmak üzere, hepimizin bir şekilde içinden geçtiği olayların bu parça börçük imgeleri ve izleyici olarak ben, çarpıtan aynalardan yansıdıkça, kişisel hafızamla şehrin hafızası bir araya geldi.
İnsanı hiçbir yoruma zorlamayan, kendi vicdanıyla ve anılarıyla baş başa bırakan bir çalışmaydı bu. Zamanın çarpıtmaları, hafızanın seçiciliği, unutulmuş şeylerin suyüzüne çıkması, unutmak istediklerimizle yüzleşmek, kendimizle yüzleşmek, gerçekliğin baş döndürücü katmanları, o an neler hissettiğimizle, neleri dert ettiğimizle harmanlanıyordu.
Az sonra, bir grup insanla birlikte o basamaklarda oturup, Murat Germen’in sanat eleştirmeni Murat Alat’la sohbetini dinledim. Bu Murat Germen’le ilk tanışmamdı. Onun zihninde dolaşmak, düşüncelerini öğrenmek, hayatından ayrıntılarla karşılaşmak, fotoğrafı nasıl ele aldığını anlamak için bir fırsat.
Mimar kökenli olduğu için mekâna duyarlı çalıştığını, şehirle ilişki kurmayı sevdiğini, şehirlerdeki dönüşümü dert edindiğini, sosyal ve politik farkındalıkla fotoğraf çektiğini az çok biliyordum. Ama ilk defa bir şeyi anladım – mekânı zamanla da ilişkilendirerek bir anlatı kurguluyor. Hiçbir şey kendi halinde değil, her şey kurgusal.
Belgeci fotoğrafı aslında hepimiz nesnelmiş gibi algılıyoruz. Halbuki öyle değil. Bir görme biçimi sözkonusu. “Filtrelerden geçerek anlatıya ulaşıyoruz, bu öznel bir şey” dedi o söyleşisinde. Bu sayede galiba gerçekliği adeta kabuklarını soyar gibi katmanlandırabiliyor. Böylece kente dair, sosyal yaşama dair bütün dönüşümleri bir süreç içinde görüntülüyor, yani hareket halinde yakalıyor.
Dijital imkânları sonuna kadar kullanmaktan kaçınmayan bir sanatçı, hattâ üstüne üstüne gittiği de oluyor, ama dijital asla bir kesinlik ya da sınır değil onun için, “glitch” dediği kazalar, öngörülemez rastlantılar, beklenmedik sonuçlar doğurabiliyor ve bu bilinmezliğe de kendini rahatlıkla bırakabilen bir fotoğrafçı.
Kurgu ve kolaj, rastlantıyla ve beklenmedik olanla iç içe.
“Merdiven:Adım Adım” sergisi de böyle kurulmuş. Pleksiglas üzerine sır sürülünce ayna oluyor, evet, ama bu yüzey bir kaç yerde kendiliğinden eğilip bükülünce, Murat Germen bunu düzeltmek yerine kullanmaya karar vermiş. “Filtre” dediği biraz da böyle bir şey, fotoğrafçının arayışına, gerçekliğin beklenmedik karşılıklar vermesi.
“Çocukca bir heyecan” diyor buna; sonunu bilmeden bir şeye başlamak. Süreci tersine çevirip “Nasıl bana yakışır bir kılıf koyarım” diye düşünmek. Görüntünün bozulması, çarpıtılabilir olması, bir çok katmandan ve süzgeçten yani yorumdan geçiyor olması, aslında yaşadığımız olaylar için de geçerli. Kitlesel hareketler de böyle. Farklı bakış açılarıyla, farklı yorumlarla değişebiliyor. O yüzden, görüntüleri birebir kullanmamış.
O ayna odanın önce bir maketini yapmış. Odanın bir duvarına doğru yükselen basamaklara zaman içinde fotoğrafladığı birçok kitlesel hareketten, eylemden, başkaldırı ve direniş olaylarından görüntüler koyacağını önceden bilse de, bunları nasıl yerleştireceği de aşamalı olarak gelmiş aklına.
İnsan yüzlerini kullanmamış mesela. Anonimliğe bir gönderme var. Kimseyi hedef almıyor. Görünen birkaç yüz de yarım. Hatta bir kişi fotoğraf çekiyor. İki kamera karşı karşıya. Bu da hoş bir yankı. Eller, bacaklar var mesela. Gölgeler ve silüetler var. En altta ayaklar var, bizim o akşam orada oturduğumuz gibi oturanların ayakları. Kolektif bir enerjiyle buluşuyoruz. Hafızamız ve ruhumuz hareketleniyor. AKM’nin yıkılışındaki son aşamadan, Gezi olaylarına kadar, kimi milyon üzeri insanın toplaştığı, kimi daha ufak ölçekte eylemlerden insan figürlerini bir araya toplamış. Sonra da zamanın ve bizim zihinlerimizin yansımalarına bırakmış onları, yankılanmalara izin vermiş.
Küçük gruplarda “haz ve dayanışma” dediği şeyi aramış, tekil bağımsızlıkların ürettiği kolektifliği belgelemiş, üstelik “kolektiflik hep aynı olmamalı” diye düşünüyor, dinamik biraradalıkların peşinde. Fotoğraflarındaki parçalı kolajlı katmanlı anlatıyı böyle kurguluyor ve biz izleyiciler olarak kendi zihnimizle bu oyuna katılarak, şehri ve çevreyi bir metin olarak okumaya başlıyoruz; hem tekil hem çoğul üretilen, hem tekil hem birlikte okunan bir metin oluyor gerçeklik.
Fotoğrafı yakın bir dostuymuş gibi tanımlıyor Murat Germen. “Sevdiğim birisiyle iyi vakit geçirmek gibi” diye tanımlıyor fotoğraf çekmeyi. Büyüklüğe inanmıyor, küçüklüğe inanıyor. İdeoloji sevmiyor. İdeolojilerin de bükülüp deformasyona uğradığına tanık olmuş çünkü. “Güç, erk ve para, bunların bulaştığı her ideoloji dönüşüyor, kendini yemeye başlıyor” dedi o söyleşisinde. Ama sağlam yakınlıkları arıyor, birlikteliklere inanıyor bir yandan. “Atipik solcu” bir babayla büyümüş. Anneannesi, Nâzım’ın kızkardeşi. Böyle bir soydan gelince, insan ister istemez politik farkındalıkla yaşıyor, diye düşündüm o akşam.
“Öyle bir kuşaktanım ki, işin beceri boyutunun önemli olduğu yıllardı, düzgün cümle kurmak, düzgün görsel altyapı oluşturmak önemliydi” diye anlatıyor. Diyarbakır’ın operasyonlarda yıkılan surlarını, mozaiklendirerek sanal olarak yeniden inşa etmiş mesela. Büyük mitingleri de görüntülerken, minicik yüzlerle, ufacık kareleri bir araya topluyor, “kitle sanata nasıl yansıyabilir” diye deneme yapmak için. Bazen insanların yerine boşluklar koyuyor fotoğraflarına, geleceğe bir soru gibi. Deneysel bir yanı var fotoğrafçılığının.
Kadıköy’deki “gazdan adam” festivalini üstten çekmiş, bina tepelerinden görüntülemiş rıhtım caddesini. “Merdiven:Adım Adım” sergisinde de daha az siyasi, daha çok insani olana doğru bir geçiş kurgulamış bu sefer, yukarıya doğru bir hafifleme var anlatıda. “Biraz da normalleşelim, her şeye politik bakmayalım” diye açıkladı bunu, gülerek.
“Bir Gökkuşağı Merdiveni, bir de Yeryüzü Sofrası- antikapitalist Müslümanlar, bize Gezi’nin iki büyük mirası” dedi sonunda.
Rastlantılara ve teknik kazalara inandığı doğaçlama yaklaşımını “ars accidentalis” diye tanımlıyor, şaka yollu. Mizah duygusu güçlü. Ama kentlerin, yaşadığımız çevrenin geçirdiği sert, acımasız dönüşümleri görüntülerken de bir o kadar ciddi. Katmanlara meraklı demiştim. İstanbul’un göz tırmalayan kentsel dönüşümünü bazı karelerinde minyatür gibi işleyerek katmanlamış. Böylece topografyayı ve yaşamı nasıl tahrip ettiğimiz daha bir çarpıcı çıkıyor ortaya, normal görüntüye kıyasla, gözün kanıksadıklarını tekrar göze geri veriyor Murat Germen. “Muta-Morfoz” diyor bu fotoğraf serisine.
Mütasyon ve metamorfoz sözcüklerinin çok anlamlı bir kaynaşması bu deyim. Metamorfozun, yani başkalaşımın bazen beklenmedik güzellikte formlara yol açtığını görüyoruz. Ama mütasyonun, yani bir şeyi genetik bozukluğa uğratmanın da nasıl canavarca sonuçlar doğurabildiğini izliyoruz bir yandan. Bu kendiliğinden olan bir şey değil. Biz insanların, yaşadığımız şehirlere ve doğaya yaptığımız bir müdahale.
Bir de bulutları var Murat Germen’in tabii. Onları unutamam. Bir de gece çektiği ışıl ışıl aydınlık görüntüler var, gündüzden daha berrak. Yeryüzü makinalarla yarılıp deşildikçe ortaya çıkan kıyamet benzeri görüntüleri korkusuzca belgeliyor, süzüyor, hatta bazen dayanılmaz güzellik anları çıkartıyor ortaya. Yaşadığımız süreçlerin her veçhesi ilgilendiriyor onu, merakı sonsuz. Araştırmacı bir fotoğrafçı.
Kıraathane’de bir dost
Ve yolculuk böylece Tophane’den yukarıya çıkıyor, Tünel yokuşundan Meşrutiyet Caddesi’ne, oradan Kıraathane’ye ulaşıyor. Murat Germen’in İstanbul Edebiyat Evi’ni ziyaret ettiği akşamdayız.
O akşam “Antroposen’de Ne Yapmalı?” adlı konuşmasını dinledik ve Grönland fotoğraflarını izledik. Onu Edebiyat Evi’ne davet etmek en önemli amacımdı bu sezonda. Hele hayran olduğum Truva Müzesi’ni, mimar Selçuk Baz’ın müthiş eserini nasıl güzel fotoğrafladığını internette görünce, Murat Germen buraya gelse, bize bir konuşma yapsa diye sayıklıyordum adeta. Ve geldi. Ve konuştu.
Çektiği her fotoğrafı, yaptığı her şeyi, kendi hayatına malederek, kendi duygularıyla ve düşüncesiyle bir kılarak yapan birisi olarak konuştu, bütün içtenliğiyle. Bir yandan Grönland’ın buzul dağlarında beyazın ve mavinin inanılmaz buluşmasına baktık, beyazı ve maviyi ilk defa görmüş gibi olduk, kuzey ışıklarının başka dünyalardan haber verirmiş gibi şaşırtıcı, büyüleyici görüntülerine baktık, bir yandan da Murat Germen’in kendi hayatında plastiği azaltma çabalarını, su tasarruf etme deneylerini, dünyaya duyduğu sevginin nasıl endişelerle yaralandığını dinledik.
Grönland’ın çarpıcı güzelliğini masum şekilde fotoğraflamamış elbette. Bize bir maden ocağının o topografyada yarattığı gariplikleri de gösterdi. İklim krizinin uç beyleri olan Grönlandlılar, buzulların eridiği, kutup bölgesinin küçüldüğü bu dönüşümün sınırında yaşıyorlar diye, birdenbire vazgeçmemişler doğayı eskisi gibi kullanmaktan, maden aramaktan, paradan, erkten ve idolojiden büsbütün kopamamışlar elbette. Sadece, “muta-morfoz” sürecinin daha farklı bir boyutundalar, o kadar.
Hayran olduğum “Obscura-Lucida” dizisinde olduğu gibi, orada da geceyi gündüze çeviren tekniği kullanmış Murat Germen. En kuzeydeki yerleşimlere gidince, gecede aydınlığı aramış bir bakıma. Permafrost/ buz tabakası nasıl erimeye başlamış, onu gözlemlemiş. Ama Grönlandlıların oluşturduğu ve “tohum bankası” dedikleri tohum kasalarını da görmüş.
Geçtiğimiz yaz, 2019 yazında, on bir milyar ton buz eridiğini hatırlattı bize. Evet, dedi, Žižek’in söylediği gibi çok uluslu şirketler suçu bize yıkmaya çalışıyorlar, ama gene de alışkanlıklarımızı değiştirebiliriz, değiştirmeliyiz dedi. Yaratıcı direnme ve iyileştirme biçimlerini inatla arayan ve bulan birisi o. Ama kendisine “aktivist” demeye utandığını da ekledi. Kavramlar boşaltılıyor, duygular meta haline getiriliyor, bizler tekrar içini doldurmalıyız dedi. Ben de ütopik bir “Kavramları Kurtarma Kooperatifi” kurmayı düşledim onu dinlerken.
Uçsuz bucaksız buz tabakalarında Grönlandlıların evrenin ve doğanın şartlarına nasıl uyum sağlamaya çabaladıklarını izledik, evlerinin çok renkli aynılığına baktık, eşitliği düşündük.
O uzak yolculuktan anılarıyla bir yandan bizi gülümsetti Murat Germen, sıfırın altındaki inanılmaz derecelerde nasıl fotoğraf çekmeye çalıştığını anlattı.
Sonra da bir başka uzak yolculuktan, bambaşka bir iklimde, Mısır’da çıktığı serüvenden söz etti.
O serüvenle birlikte, bizim de yolculuğumuz, İstanbul Edebiyat Evi’nden ayrıldı, uzun caddeyi yürüdü ve bu sefer Pera Müzesi’ne ulaştı. Murat Germen’in de katıldığı ilginç bir karma sergide buldum kendimi. “Bir Yol Öyküsü: Fotoğrafın Ardında 180 Yıl” sergisiydi bu.
Mısır’da zaman ve dönüşüm
Engin Özendes’in küratörlüğünü yaptığı sergi bir tür “kolonyalizm hatırası” sayılır, ama aynı zamanda fotoğrafın 1839’da icat edilmesinin hemen ardından ilk kez yolculuğa çıkışının, yani denizaşırı ülkelere ilk fotoğraf gezisi yapılmasının yıldönümünü ele alıyor.
Üç Fransız yolcu, ressam Horace Vernet, diorama tekniğini bulan bir başka ressam Charles Marie Bouton ve “daguerrotype” tekniğini kullanan Antoine Goupil-Fesquet, Marsilya’dan Yunan adalarına, Mısır’dan Filistin’e ve Lübnan’a, oradan da İzmir ve İstanbul’a, son olarak da Roma’ya yaptıkları altı aylık seyahati tekrar Marsilya’da noktalamışlar. Engin Özendes de bir grup Türk fotoğrafçıya, bu seyahatin replikasını yapmak üzere, bütün bu farklı mekanları paylaştırmış. Murat Germen’in şansına Mısır düşmüş. Aralarında Yunan adalarını nefis görüntüleyen Ali Borovalı ve Laleper Aytek gibi, Filistin’e uzanan Coşkun Aral ve Malta’yı görüntüleyen Sinan Koçaslan gibi, tanınmış pek çok fotoğrafçı var.
Böylece Murat Germen’le çıktığımız fotoğraf yolculuğu, Pera Müzesi’nde ona ayrılan kocaman bir odada, İskenderiye, Lüksor ve Kahire görüntüleriyle sona eriyor.
Ama ne görüntüler! Ve ne müthiş bir macera. Murat Germen, “mutluluk-yorgunluk-kızgınlık-enerji-hayal kırıklığı-heyecan” diye tanımladığı sarmalda epey zorlanmış.
Boyutlu fotoğraflar yok bu sergisinde. Tamamen belgesel yöntemiyle, matris biçimini kullanmış. Ama o “filtreler” dediği bakış, öznellik, kurgulama ve anlatı boyutları tam olarak devrede. Kapitalizmin, aşırı kentleşmenin, borçlanmanın, güvencesizliğin, emlak spekülasyonu çılgınlığının, tüketimin, küreselleşmenin, mimari karmaşanın, yerel kaynak sömürüsünün ve elbette sömürgecilik geçmişinin, dilde ve kültürde yaşanan kirlenmenin yahut “muta-morfoz”un bütün yüzleri karşımızda.
Zahmetli bir süreç yaşadığını anlattı. Fotoğraf çekerken sivil polisler takılmış peşine, hem de şikayet üzerine. “Düşmanımızsınız” diyen bir kadının saldırganlığına hedef olmuş. Mısırlıların Türklerden nefret ettiğini üzülerek görmüş. Bütün gereç ve malzemesine el konulmuş. Dışişleri Bakanlığı’nın müdahalesi sayesinde çıkabilmiş Mısır’dan.
Emperyalizmin ve kolonyalizmin Mısır’daki izlerini sürmek için bu daveti kabul ettiğini söyledi. İskenderiye ve Kahire’nin küresel sömürünün başkentleri arasında anıldığını ifade etti. Yoğun bir araştırma yaptıktan sonra çıkmış yolculuğa. Süveyş Kanalı’nı sömürgecilik tarihindeki önemli yeri nedeniyle özellikle görmek istemiş. Ama güvenlik nedeniyle sadece giriş ve çıkış noktalarını, İsmailiye ve Port Said’i görüntüleyebilmiş. “Emperyalizm Nasıl Evrilir?” sorusuna cevap arayan, gayet radikal bakışlı bir Murat Germen var bu sefer karşımızda. Sergideki her kare, başlı başına etkileyici bir fotoğraf, ama hepsi bir arada dizilince, Mısır’ın rengarenk mirasını, yıkımını, yeniden inşasını, karmaşasını, panoramik bir şekilde görebiliyoruz. Tıpkı film şeridi gibi.
Murat Germen’in bir başka sözü geldi aklıma. “Panoramadan da hoşlanıyorum” dediğini hatırladım. “Videonun önceyi ve sonrayı gösterebilmesi gibi” diye tarif etti o duyguyu. Yani bir kez daha, mekânı zamanla bir araya getirerek, hareket halindeki bir süreci yakalamak, bir anlatı kurgulamak, ortaya görsel bir metin çıkartmak iradesi var bu bakışta. Bir Murat Germen portresi çizebilmek için önemli bir eksen.
Ama bir yandan da o piksel şelalesi gibi kesitlerin bakıştığı şaşırtıcı şehir yorumları var, yansıdığı her şeyi başkalaştıran bulut kümeleri de var. Portre için onlar da önemli.
Murat Germen’le çıktığım bu imgeler ve fikirler yolculuğu bitmesin istedim. Bana fotoğrafı yeniden düşündürttü. Hayata ve çevreye farklı baktım. Belki ben de azıcık başkalaştım. Kendi “muta-morfoz”umu duyumsadım. Tepebaşı’ndan Haliç’e bakışım bile değişti. Caddeyi yürürken kendime sordum, sanattan bunun ötesinde ne bekleyebilir ki insan?
Yazı: NİLÜFER KUYAŞ
Kaynak: https://t24.com.tr/k24/yazi/murat-germen-fotograf,2503