Dünyaya, dünyayı keşfetmek için gelmiş, seyahat ve fotoğrafçılık ile bunu gerçekleştirmiş değerli bir isim ‘Özcan Yurdalan’. Evrensel kültüre yazdığı kitaplar ile de katkı sağlayan Özcan Bey, fotoğrafın kuramsal kısmına da kafa yoran, deyimi yerindeyse felsefi temellendirmesini yapan isimlerden biri. Kendisiyle keyifli, dolu dolu bir söyleşi gerçekleştirdik. Gezgin ruhlu, fotoğrafa meraklı dostlarımızın beğeneceğini umuyoruz.
Önce sizin kelimelerinizle kendinizi nasıl tanımlarsınız, yani Özcan Yurdalan kimdir?
Valla doğrusu kendime bir sıfat yakıştırmadım şimdiye kadar. Aslına bakarsan, içini yeterince dolduramayacağım endişesiyle oldu bu. Öte yandan, hayatta durduğum yer itibariyle seyyahlığın ne demek olduğunu birazcık bilen, fotoğrafçılığın ne anlama geldiğinden az çok anlayan birisi olarak tanımlıyorum kendimi. Ama hani “evet ben bir seyyahım” diyemiyorum doğrusunu istersen . Çünkü onun başka türlü bir şey olduğunun farkındayım, yani seyyahlığın. Bununla birlikte, fotoğraf çekerek, yazı yazarak ve seyahat ederek kendimi var ediyorum. Bu var ediş aynı zamanda da bir merak ve bir karşı koyuşu beraberinde getiriyor. Hayatta bizim için çizilmiş olan tüm sınırların, içsel ve dışsal sınırların hepsine bir itirazı ve bir arayışı içeriyor, beyinlerimizle birlikte duygularımızı ve bedenlerimizin hareket olanaklarını kısıtlayan, çerçeveleyen sınırlara bir karşı koyuşu içeriyor.
Bu dünyanın hepimize yetecek kadar büyük olduğunu düşünüyorum. Dünyadaki kaynakların hepimizi besleyecek kadar zengin olduğunu düşünüyorum. Ama bunların paylaşım ve dağıtımında bir problem olduğunu biliyorum. Ve günümüzdeki medeniyetin de çok kaçınılmaz bir medeniyet olmadığının farkındayım doğrusu. Hani bize dayatılan medeniyetin, bunu derken neyi kastediyorum, tüketim toplumu medeniyetini işaret ediyorum. Bu medeniyet dışında başka hayatlar var mı diye merak ettiğim için de dünyanın, bizim coğrafyamızın, daha doğusuna doğru gitmeye çalışıyorum. Yani bir merak ve bir itiraz için yolculuk yapıyorum. Bu yolculuklar sırasında fotoğraf çekiyorum bir taraftan, bir taraftan da kitaplar yazıyorum. Böyle kendimi böyle tamamlıyorum ya da tanımlıyorum yani.
Önce biraz seyyahlığınızdan ve gezilerinizden, ‘Sarı Otobüs’ ten bahsedelim. ‘Sarı Otobüs’ nereden çıktı?
Seyahat dediğimiz şey birkaç kategoride ele alınabilecek bir mevzu. Tek bir başlık altında toplayamayız insanın seyahat etkinliğini. Çok farklı tarzları var biliyorsun yolculuk yapmanın. Bunların iki uçta olanlarından bir tanesi, turist gibi gezmek ise öbür uçta gezgin gibi gezmek var. Seyyahlık var. Bu ikisinin arasında ayrıca pek çok gezme biçimi ve saiki söz konusu… Turist gibi gitmek bizim hiç hazzetmediğimiz, kendimizi hiç içinde düşünmediğimiz bir gezme biçimi. Turizm ve turistlik. Çünkü biliyoruz ki turizm dediğimiz şey yani kitle turizmi, endüstriyel turizm, paket turlar gayet zararlıdır. Gittiği kültürü bozar coğrafyayı bozar, girdiği yeri tarumar eder, bu kadarla kalmaz turist olarak içine alıp götürdüğü insanı da bozar. Turist gibi gezmek hem gidilen yer açısından hem o faaliyete katılan insan açısından pek iyi bir şey değildir. Ama yola düşmek, alıp başını gitmek, turizm endüstrisinin nesnesi olmadan gezmek öyle değil tabi. Gezmek dediğimiz şey daha bir kendi başına olmayı, daha az programlı yolculuk etmeyi, paketlenmeden gitmeyi gerektirir ki o hal insanın dünyasını geliştirir; barışa hizmet eder. Gezmenin her zaman yanında oldum, tarafını tuttum, kendi başına gezmeye niyetlenenleri desteklemeye çalıştım ama endüstriyel turizmin zararlı bir şey olduğunu da hep söyledim. Bunu söyleyen sadece ben değilim. Dünya turizm örgütü, Birleşmiş Milletlerin ilgili organları falan da kitle turizminin, risklerine işaret ediyor ve “sürdürülebilir turizm” i destekliyor.
Biz de Gezgin Dergisi olarak kitle turizmine kesinlikle karşıyız.
Bir uçta bu var dedik, yani endüstriyel turizm-kitle turizmi ya da paket turlar, öbür uçta ise seyyahlık var. Seyyahlık hani sırt çantasını alıp çok fazla plan program yapmadan bir yerlere doğru yola çıkmak, yolu yaşamak, gittiğin yerde oranın insanıyla birlikte yaşayarak ve onun kültüründen bir şeyler almaya, öğrenmeye çalışarak kendini değiştirmeye çalışmak var….. bu ikisinin arasındaki yelpazedeki gezme biçimlerinden bir tanesi ise “sarı otobüs tarzı” gezi. Sarı otobüs bizim icat ettiğimiz bir şey değil yani adını biz koyduk ama böyle geziler 60’larda başlıyor. 60’larda bazen Londra’dan bazen Berlin’den yola çıkan ve mutlaka İstanbul’da uzun bir mola veren, Sultanahmet’te duraklayan ve puding shop’ta (hala açık) insanları toparlayıp doğuya doğru, başka bir medeniyete, başka bir anlayışa doğru yol alan “magic bus” lar var.
Bu yolculukların temel prensibi, birbirini tanımayan az sayıdaki insanın bir araca doluşup kara yoluyla ve yavaş yavaş(E.B.-sindire sindire) evet sindire sindire, kültürlerden, coğrafyalardan, iklimlerden geçerek bir yere gitmelerini içeriyordu. Bu yolculuklarda amaç varmak değil, yolda olmaktır, yolun kendisini yaşamaktır. Şimdi maalesef bölgemizdeki savaşlar, şiddet, bu yolculukları kesintiye uğrattı. Biz bu arada bir boşluk yakalamış olacağız ki her yıl bir sefer olmak üzere on, onbeş kez İstanbul-Katmandu seferleri, birkaç kez de İstanbul-UlanBatur ya da İstanbul Beyrut seferleri düzenledik. Kendi meşrebimizce yaptık bu yolculukları ve adına sarı otobüs dedik. Niye sarı otobüs dedik? Sarı bir kere o coğrafyaların sık yaşadığı renklerden biridir. Zengin ve sıcak bir renktir aynı zamanda. Beatles’in içeriği biraz bu gidişleri andıran “yellow submarin” şarkısı vardır bir de Nabi Üçüncüoğlu’nun “Sarı Otobüs’ün mavini” şiiri vardır. Adalet Ağaoğlu’nun “Sarı Mersedes” ini biliriz. Yani sarı renk ister denizaltı olsun, ister otobüs isterse taksi fark etmez bir şekilde edebiyata vasıtalar üstünden yansımış. Bizi her yıl yirmi bin kilometre götürüp getiren vasıtamız da sarı bir otobüstü. Adını öyle koyduk öyle de yerleşti. Bugün memlekette gezi mevzularıyla az çok ilgilenenler bir tarz olarak sarı otobüsten haberdarlar.
Sarı otobüsün içinde 10-12 kişilik ranza yataklar, çalışma masaları var, arkasına bir sahra mutfağı yerleştiriyoruz, kendine yeterli halde yola çıkıyoruz yani. 10-12 kişi bazen 15 kişi. O yolculukta hayatı beraber üretiyoruz, hem yolları hem hayatı birlikte üretiyoruz. Her şey minimalde, sadece ihtiyacımız kadar malzemeyle yola çıkmak, aynı zamanda bir terbiyeyi de beraberinde getiriyor, yani hayatta bu kadar çok eşyaya ihtiyacımız var mı gerçekten. Bir ki ay boyunca pekala az miktarda eşyayla bayağı da zorlu koşullarda hayatı idame ettirebiliyoruz.
Bu yolculuklar gerçekten birkaç ay sürüyor mu?
Şimdiye kadar sarı otobüs adıyla yaptığımız yolculuklar 2 ay sürüyordu. 2 ana rotamız vardı. Bir de 3. rota eklemiştik son dönemde. Ana rotalardan ilki İran, Pakistan, Hindistan üstünden Nepal’de Katmandu’ya ulaşıyordu. Türkiye’yi boydan boya geçerek 5 ülkede 2 ay sürüyordu. Diğer rota yine İstanbul’dan başlayarak doğuya doğru Türkiye’yi boydan boya geçiyor, İran, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Güney Sibirya üstünden Moğolistan’a ulaşıyordu. 22 bin kilometrelik bu yol da gidiş dönüş 2 ay sürüyordu. Bunlar dünyanın bu taraflarındaki muhteşem rotalar. Zorlu, ama herkesin yapabileceği yolculuklar. Bu yolculuklara katılanlar hiç de öyle zorlu işler başaran üstün kişiler falan değil, bizim gibi değişik yaşlardan, cinslerden, kesimlerden sıradan insanlar. Üçüncü rotamız ise daha kısa İstanbul’dan çıkıp Suriye, Ürdün ve Lübnan’dan dolaşıp geri geliyorduk. Ama maalesef başımızın belası olan, canlı ve cansız alemin düşmanı olan savaşlar, bölgesel gerilimler ve şiddet ortamı bu yolculukları imkansız hale getiriyor. Pakistan’daki durum İstanbul-Katmandu rotasını kesti, Suriye’de yaşananlar Ürdün ve Lübnan bağlantısını imkansız hale getirdi. Bir taraftan adil bir barışın ve gerçek bir huzurun bölgemizde yerleşmesini istiyoruz bir taraftan daha küçük gidişlerle sarı otobüs yolculuklarını sürdürüyoruz. İran’a gidiyoruz, ne bileyim yakında Balkanlar rotasını açacağız. Böyle böyle…
Doğu’ nun derinliklerini yakından tanımış biri olarak ülkemizi kültürel konum itibariyle nereye koyuyorsunuz?
Yani nedir dünyadaki yerimiz, biz kimiz, neyiz diye baktığın zaman bir kere kıyaslamayla yaklaşmamak gerektiğini düşünüyorum, kültürlerin hiç birini birbirleriyle karşılaştırmamak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü özellikle batının doğuya bakışında bir karşılaştırma, klişeleştirme var. Hani ağırlıkla da oryantalizm üstünden kendisini merkeze koyup bizim gibi doğu toplumları uyuşuk, tembel, değişmez, yapamaz, ama bir o kadar da egzotik, renkli, gizemli, esrarengiz bilmem ne gibi bir algı var. Şimdi bu klişelerin doğru olmadığını düşünüyorum, ama neye benziyoruz sorusunu ben de soruyorum kendime. Durum şöyle biliyor musun, batıdan Türkiye’ye girdiğin zaman “ya biz doğuluyuz” diye görüyoruz ama doğudan Türkiye’ye girdiğin zaman “tamam biz batılıyız, daha batılıyız” diye düşünüyoruz. Yani Türkiye geldiğin yere göre farklı izlenimler bırakıyor insanda.
Türkiye böyle ikisi arasında bir yerde (E. B.- galiba coğrafi olarak da doğru bir yerde duruyoruz o zaman) tam ikisinin arasında ama şöyle bir şey var mesela birkaç gün önce Almanya’dan geldim ya, Almanya’dan gelip de Türkiye’ye girdiğin zaman biz Avrupalı da değiliz daha çok Amerikalıyız diye düşündüm biliyor musun. Yani reklamlar, dükkanlar, kullandığımız tuvalet ekipmanı ne bileyim işte trafik ışıkları bilmem neye kadar Avrupa’da pek olmayan ama daha çok Amerika’da var olan bir teknik alt yapıya sahibiz. Hatta belki düşünce itibariyle de yani biz doğulu da değil, Avrupalı da değil, yani biraz daha Amerikalı gibiyiz. Ben son gelişte böyle bir algıya kapıldım, yani yönümüzü daha çok okyanus ötesine çevirmişiz biz. Mesela Münih Üniversitesinde bir hafta boyunca bir çalışma yaptık, Türklerin Almanya’ya götürülüşünün 50. yılı ya, bu temayı işleyen belgesel fotoğraf ve yaratıcı yazma temelli bir seminer yaptık öğrencilerle. Bütün okulda kara tahta ve tebeşir kullanıyordu hocalar biliyor musun, başka bir şey kullanmıyorlardı.
Tuvaletlerde musluklar çevrilerek açılıyordu havlu niyetine kağıt kullanmıyorlar mesela, onun yerine dönerek değişen bez havlular falan kullanılıyor böyle. Yani bizdeki yeni eğilimlerden hayli farklı alışkanlıkları. Şehrin trafik altyapısı da öyle. Almanya tek örnek değil yani İtalya’dan, Hollanda’dan da örnek verebilirim. Daha çok Amerikalılara benziyoruz ya da gözümüzü oraya dikmişiz ya da Amerikalılar çok iyi biçimde bizim alt yapımızı düşünce sistemimizle beraber belirlemeye başlamış. (E. B.- yani bize birileri bir şeyleri çok iyi satmış) Tabi çoğaltılabilir bu örnekler, mevzuyu çok uzatıyoruz belki ama mesela hani bizde saniyeli trafik ışıkları var ya, böyle bir şey Amerika’da var Avrupa’da ben görmedim. (E. B.- çok acelesi olan bir millet olmakla alakalı) Doğuyla konumumuz bu şekilde. Oradan gelince öyle buradan gelince böyle… Bu kötü değil ama biliyor musun. Ben bunun pozitif bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü zaten biz Türkçe konuşan insanlar olarak dünyada en fazla alfabe değiştiren toplumlardan biriyiz, çevreye gayet hızlı uyum sağlayabilen, çok kolay farklı kılıklara ve kalıplara girebilen bir yapıya sahibiz. Dolayısıyla şimdi de böyle bir amorf ama aynı zamanda çok kolay şekil alıp kendini evriltebilecek toplumsal bir yapıya sahibiz, bu dinamik yapının doğasına uygun mecrayı bulduğunda çok kötü bir şey olmadığını düşünüyorum.
Hissederek yaşayabileceğiniz şehirler hangileridir?
Ben aslında hiçbir yerde sabit yaşamak istemem, İstanbul da buna dahil. Hep aynı yerde yaşıyor olmak nerede olursan ol bir süre sonra sıkıyor ve kendini tüketmeyi getiriyor. En iyisi hareketli yaşamak, yani değişik yerlerde değişen hayatlar yaşamak. Benim için böyle kısa vadeli, ama böyle gidip de içinde……. Hissederek yaşamak isteyeceğim birkaç yer var. Bir tanesi İsfahan, biliyorsun çok önemli bir dünya kentidir, hem kültür olarak, hem kentsel mimari olarak, hem insanların şehirle kurdukları ilişki açısından. Mesela gayet yaygın kamusal alanlar vardır İsfahan’da. Parklar, bahçeler, nehir kıyısı yeşillikler… İsfahanlılar bahardan itibaren gece gündüz, kadın erkek çoluk çocuk kentin kamusal alanlarında yaşar. Malum şehir demek, insanların ortaklaşa kullandığı mekanlar ve şehirlilerin buraları kendine ait hissetmesi demektir. Böyle alanlarınız yoksa dünyanın en güzel coğrafyasına yerleşmiş olsanız bile bir şehirden-kentten söz edemeyiz. Bir süre İsfahan’da yaşamak isterim. Nepal’de dağlarda küçük köyler vardır, Annapurnalar’daki o köylerin birinde bir süre yaşamak isterim mesela. ….Müthiş bir sükunet ve yumuşak, hoş ilişkiler vardır insanlar arasında. Tümüyle doğayla barışık bir hayat sürerler, biraz orada yaşamak isterdim. Bir süre de şeyde Kalküta, Hindistan’da çok önemli bir kenttir, kültür sanat kentidir, orada da bir süre yaşamak müthiş bir deneyim olurdu diye düşünüyorum. Bunun gibi birkaç şehir sayabilirim ama sürekli nerede kalırsın dersen? Hiçbir yerde kalmak istemem doğrusu.
Sokakta fotoğraf çekmenin adabı var mıdır?
Tabi, bir kere nerede olursa olsun, yani stüdyoda değil de sokakta fotoğraf çekmenin başlı başına bir adabı olduğunu düşünüyorum. Biraz şuradan başlayarak konuşmak gerek: Fotoğraf çok yeni bir buluş daha, hayatımıza çok yeni girdi. 200 yıl bile olmadı ki çok kısa bir süre bu insanlık tarihi için. Fotoğraf önemli bir buluş olarak girdi hayatımıza ve gerek insan düşüncesinde, gerek toplumsal hafızada yepyeni bir kurgu yarattı. Bugün hala felsefi olarak, edebi olarak fotoğrafı tam anlamıyla kavramış değiliz, teknik bir çoğaltma aracı olarak hayatımızın bu kadar içinde olmasına rağmen. Malum cep telefonlarına bile sirayet etti fotoğraf. Teknik bir araç olarak değil de bir kavram olarak fotoğrafı henüz bir yerlere yerleştirmiş değiliz. Sürekli bir arayış hali, bir çaba, bir anlamlandırma gayreti var. Neyin nesi bu fotoğraf? Ve ama şunu biliyoruz ki fotoğraf saldırgan bir şeydir , fotoğrafçılık saldırgan bir eylemdir aynı zamanda. Birisinden bir şey almaktır. Aldığın şey onun bir suretidir imajıdır ya da İranlıların dediği gibi bir “aks”idir, yansımasını alıyorsun sen direk o insanın, onu bir biçimde alıyorsun. Şimdi fotoğrafçının kendisine şu soruyu sorması ve kendini ikna edecek cevabı verebilmesi gerekir: “Buna hakkım var mı?” ya da “nasıl bir hak bu sınırları nereye kadar? “Fotoğraf çekerken nasıl davranmalıyım?” Burada fotoğraf etiği dedikleri şey devreye giriyor. “Fotoğrafını çektiğim, suretini aldığım insana karşı ne gibi sorumluluklarım var benim?”
Bütün bunları düşünmeli fotoğraf çeken insan. Bu yanıyla fotoğrafçılık üstünde düşünülmesi gereken bir mevzu. Tanımadığın, bilmediğin insanların fotoğraflarını çekiyor ve ister sanat olarak ister başka bağlamlara taşıyarak birilerine gösteriyorsan burada çeşitli hassasiyetlerle birlikte sorumluluklar da devreye giriyor. Gezi fotoğrafçılığı iyidir, güzeldir, gezerken hatıralarını çekersin, gördüğün yerleri fotoğraflarsın bilgisayarında biriktirirsin, sorun yok. Ama gezilen yerler fotoğrafa kaydedilerek bir şekilde çoğaltılıyor ve kamusallaşıyorsa, gezi fotoğrafçılığının da temel işlevi kendini dayatır. Gezi fotoğrafçılığı, reklam fotoğrafçılığının bir dalıdır. Çünkü nasıl ki bir reklam fotoğrafçısı bir ürünü tüketilsin diye iyi yönleriyle tanıtmak için gösteriyorsa, gezi fotoğrafçısı da gittiği yeri güzel yanlarıyla, iyi yanlarıyla gösterir ve başkalarını oraya gitmeye teşvik etmek için çeker o fotoğrafları. Yani bir tür tanıtım fotoğrafıdır gezi fotoğrafı. Ama bunun dışında bir dizi başka fotoğraflama tarzları söz konusu ki bunlardan bir tanesi belgesel fotoğrafı dediğimiz, foto röportaj dediğimiz metot. Bu metodun temelinde yatan unsur, fotoğrafçının ele aldığı konuya dahil olması, onunla birlikte yaşaması, görüp, çözümleyip, hissedip, anlayarak fotoğraflamasıdır.
Yine yavaş gerçekleşecek bir süreç tabi ki bu. Ve bu sürecin temelinde yatan şey de anlamak. Belgesel fotoğrafçı anlamak için fotoğraf çeker, anlatmaktan önce anlamaktadır mesele. Bir konuyu merak ediyorsan nedir bu diye, onu belgesel proje olarak ele al anlarsın. Belgesel fotoğrafın gezi fotoğrafından temel farkı bu. Öte yandan gezi fotoğrafının önemli bir işlevinden söz etmek gerekir. Özellikle bizim gibi kapalı toplumlarda insanların ufkunu açan bir yanı var gezi fotoğraflarının. Başka hayatlar var, başka giysiler var, başka davranışlar var, başka inanışlar var, başka türlü coğrafyalarda yaşayan insanlar var, onları gösterir gezi fotoğrafı ve mümkünse merak uyandırmalı. Bunun toplumsal faydasını inkar edemeyiz doğrusu.
Gezerken çekilen fotoğrafa belgesel fotoğraf diyemez miyiz?
Yok gezerken olmaz o ama şöyle olur, bir yolculuğun belgeseli yapılmaz mı? Yapılır elbette. Ama o, o amaçla çıkılan bir yolculuktur yani bir belgeselini hazırlamak üzere çıkılan bir yolculuktur.
Birbirine benzer 3 şehri belgesel olarak fotoğraflamak için yola çıktığımız zaman yine bir geziye çıkmış oluyoruz.
Temelinde gezi vardır tabi. Fotoğrafın temel kurallarından biri şu: “Fotoğraf çeken gezer, gezen de fotoğraf çeker.” Bu değişmez bir kural ama şu var ki, ikisi iki kutuptur. Seyahat etmek ve fotoğraf çekmek iki aynı kutuptur, birbirini iter. Fotoğraf çekerken gezemezsin yani gezmenin gereklerini yerine getiremezsin. Gezerken fotoğraf çekersen o geziyi bozarsın. Hissedemezsin çünkü, fotoğraf bambaşka bir akıldır biliyorsun, derin bir konsantrasyon, üstün bir denge ve hızlı bir zihinsel işleyiş gerektirir. Velhasıl her şeye fotoğraf gözüyle ve fotoğraf arayarak bakmak etrafta fotoğraf görmeye çalışmak seyyahı bozar.
Sizin için fotoğrafçılık nasıl başladı?
70’lerin sonunda lise sondayken fotoğrafla ilgilenmeye başladım, ama niye? Yazı yazıyordum, hep yazıyla bir ilişkim oldu hayatım boyunca. Okul gazetesi çıkarmaktan bilmem neye kadar. E tabi hikayeler yazıyoruz o dönemde. Yazdığım metinlere destek olsun diye fotoğraf çekmeye başladım. Çünkü hep öyledir ya o yaşlarda, öteki hayatları yazarsın, güçlükle sürdürülen hayatlara tanık olursun ……. falan, işte o dönemde toplumcu gerçekçilik akımı yaygın, köy edebiyatı falan bir hayli yaygın. Biraz da o merak ve özentiyle hayatını anlatacağım insanların fotoğraflarından yola çıkmak için başladım fotoğrafa. Sonra hep kaldı işte hayatımda
Fotoğrafçılığın kuramsal kısmına da kafa yoran birisiniz. Fotoğraf sanat mıdır?
Aslında şöyle bir şey ben de “sanat nedir” diye merak ediyorum aslında, nedir bu sanat dediğimiz şey? Ne zaman tanımladık ilk sanatı ve bugün ne? Sanat diye neyi tanımlayıp ne anlıyoruz? Bunu bir soruyorum. Fotoğraf açısından bakacak olursak, fotoğrafın sanat olup olmaması hakikaten hiç önemli değil. Sanat olması fotoğrafa hiçbir şey katmaz, sanat olmaması da hiçbir şey eksiltmez fotoğraftan. Fotoğrafın kendisi güçlü bir iletişim aracı, dönüştürme enstrümanı ve adabıyla gerçekleştirmişse eğer fotoğrafçıyı geliştiren bir yöntem. Fotoğrafçılığın toplumdaki yansımasına baktığımız zaman sanatın bir dönemdeki etkisi ve yansıması kadar güçlü bir etkisi olduğunu görüyoruz. Bunu net olarak şöyle söyleyeyim, aslında fotoğraf olması gerektiği gibi yerleşik değerler için zararlı bir şeydir, yıkıcıdır; göstermeye ve sorgulatmaya muktedir olduğu için ve herkes yapabildiği için bu böyledir. En azından sivri tırnakları hala sökülmemiştir. Halbuki sanat yaygın görünümüyle evcilleşmiş, uysallaşmış, sermayeyle işbirliği haline gelmiştir. Belki de hep böyleydi de 1917’de başlayan süreç bizde bir yanılsama yarattı ve biz hala onun etkisindeyiz… Ve aslında ben sanattan pek anlamadığım için bunları söylüyorum belki de.
Belgesel fotoğrafçılık üzerine kitaplar yazdınız. Peki, fotoğrafın kuramsal kısmına özel ilginizin sebebi nedir?
Bizde fotoğraf matbaa gibi değil mesela, telgrafla fotoğraf bulunduktan çok kısa süre sonra giriyor Osmanlı topraklarına. Hatta yanılmıyorsam telgraf ilk kez Osmanlıda kullanılıyor. Fotoğraf derhal sarayda şehzadelere öğretiliyor… Evet yıldız albümleri, çok azını görebildik ama belli ki olağanüstü bilgi ve tanıklık yüklü görüntüler… olağanüstü… Evet Osmanlı topraklarına fotoğraf hemen giriyor. Ama bu eski ilişki, yani fotoğrafın bu coğrafyada uzun yıllardır var oluşu, aynı zamanda bir düşünsel altyapıyı da beraberinde getirmiyor, daha çok pratik bir uygulama olarak ele alınıyor fotoğraf. Dünyada her ne kadar tanımlar tam olarak yerleşmemiş olsa bile felsefecilerin, düşünürlerin, araştırmacıların gayretleri var.
Metinler üretiyorlar. Fotoğrafçılık sadece fotoğraf üretmekle olmaz, düşünsel altyapısına dair metinler üretilmeli, haliyle ve öncelikle akademya yapmalı bunu. Türkiye’de böyle bir altyapı yok. Fotoğraf dendiği zaman tek bir başlık anlaşılıyor, o da büyük oranda hobi fotoğrafçılığı. Bizim memlekette güzel görüntü yaratma marifeti olarak anlaşılıyor fotoğrafçılık ki bu sığ uğraşın da ne düşünsel bir altyapıya ne de felsefi derinliklere ihtiyacı var. Fotoğrafçılık bir umman, geniş bir alan. Bu alanın ayrıştırılarak belli kategorilerde ele alınması, zihinsel altyapısının ve metodolojisinin oluşturulması gerekiyor. Bu alanlardan bir tanesi de belgesel fotoğraf, başka bir deyişle fotoğraflarla bir hikaye anlatma işi. Kendi adıma hissettiğim ihtiyaç şuydu: “Bir işi yapıyorsam eğer bunun kuramsal altyapısını da sahip olmalıyım. Var mıydı yoktu haliyle. Ben de kendi ihtiyacımı karşılamak için “Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj” diye bir kitap yazmaya kalkıştım. Fotoğraflarla bir hikaye anlatma işi olarak ele aldığım metot aynı zamanda bir anlama yöntemi olarak çıktı karşıma. Doğrusunu söylemek gerekirse fotoğrafın kuramsal yanı uzun süredir pratiğinden daha fazla ilgimi çekiyor.
Şu sıralar sokak fotoğrafçılığına dair okuyorum, araştırıyorum ve bakıyorum. Sokak fotoğrafçılığını yazmaya başlayacağım. Neyin nesidir nasıl yapılır? “Anlamlı An ve Sokak Fotoğrafçılığı” diye yaklaşacağım mevzuya. Andaki anlamı nasıl yakalarız sokakta, gibi bir şey olacak. Öte yandan yolculukları boşlamış değilim, Geçen yıl malum Evliya Çelebi’nin 400. Doğum yılıydı Ben bu yıl Evliya Çelebi’nin Anadolu’da gittiği 15 şehre gidip yeniden bakacağım ve fotoğraflı, ciltli yakışıklı kitaplardan birini yapacağız Kıvılcım Ajansın bir projesi olarak. Şimdi elimde o iş var.
Caroline Finkel ve Kate Clow Evliya Çelebi’nin gezdiği yerleri o günkü usullerle gezdiler. Peki sizin seyahat projelerinizde böyle bir tercih söz konusu mu?
O tabi keşke olabilseydi, öyle bir şey yapabilseydik ama zor, çok zor. Bizde bu mevzuları sermayenin anlayabilmesini ve masraf edebilmesini sağlamak at sırtında Evliya Çelebinin izini sürmekten daha zor. Geçen sene mesela bu Evliya Çelebi yılı çok gürültüye gitti. Sizin yaptığınız harita çalışması gibi bir kaç çalışma daha var. Sanırım iki tane sempozyum var, bu kadar. Halbuki çok sayıda faaliyet, yayın, toplantı, sergi vs. yapmamız gerekiyordu. Üretimler yapılması lazımdı yapılmadı ve de çok yazık oldu yani Evliya Çelebi’ye de Unesco’nun o ilanına da çok yazık oldu. Bizim yapacağımız çalışma çok daha mütevazı olacak bir fotoğrafçı ile bir yazar Evliya Çelebi’nin baktığı şehirlere bugünden bakacaklar, bir rota izlemeen, böyle bir şey…
Evliya Çelebi hazretlerinin rotasını aynen takip etmek mümkün gözükmüyor değil mi?
Bir haç rotası var işte söz konusu olan galiba. Onunla da Kütahya’ya kadar gittiler daha devam etmediler.
Caroline Finkel hoca Kütahya’ ya kadar dümdüz gidebildi. Kütahya’ dan sonraki rota yine karışmıştır. Fotoğrafçılığın akademik yönü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben genel olarak da baktığım zaman şöyle düşünüyorum: Akademizm her zaman en tutucu fikirlerin var olduğu bir yapıdır. Bu hep böyledir yani, akademizmadan ileri fikirler, yaratıcı düşünceler falan genellikle çıkmaz. Hele Türkiye’deki yapıda son derece kısır bir ortamdır akademi. Akademiden birinci planda beklediğimiz elbette ki öğrenci yetiştirmesi ama öbür taraftan da misyonu gereği bilimsel araştırmalar yaparak ve kategoriler yaratarak yayın çıkarmasıdır. Peki Türkiye’de akademinin ne durumda olduğunu anlamak için ikisine de bakalım, öğrencilere ve yayınlara. Mesela piyasadan pek çok arkadaşımız ,okullu fotoğrafçıların şase takmayı bilmediklerinden şikayet ederlerdi. Öte yandan akademi kaynaklı yayınlara baktığımız zaman hala fotoğrafın ilk dönemlerinden kalma teknik yayınlarla ve hobi fotoğrafçılığı karatında yayınlarla karşılaşıyoruz. Türkiye fotoğrafı gibi fotoğraf akademyasının da dünyada herhangi bir karşılığı yok. Artık küresel hallerde yaşıyoruz ya, bir kitabın bu coğrafyanın dışında, yani batıyı işaret etmiyorum doğuda ve batıda bir etkisi olması lazım ki ciddiye alınacak bir akademizmadan söz edilebilelim. Bugüne kadar böyle bir durum yoktu ama şöyle bir umut var, yeni bir akademisyen kuşağı yetişiyor. Bunlar akademinin içinden yetişen akademisyenler. İlk kuşak akademisyenler hobi derneklerinden yetişmişlerdi, yeni kuşak akademinin içinden yetişiyor ve eğer izin verilirse yani onların zihinlerine konmuş olan kalıpların kabuklarını kırmalarına izin verilirse bence yeni kuşak akademisyenler, daha ileri işler yapabilecekler. Öte yandan haber fotoğrafçılığından açacak olursak mevzuyu, onun durumu zaten bir hayli içler acısı.
Haber fotoğrafçılığı hakkında düşünceniz nedir?
Akademiden haber fotoğrafçılığı konusunda pek bir hayır yok ama gazetelerin kendi içinde yaptıkları bazı çalışmalar var. Zaman fotoğraf servisinin gazete rutinini aşan çalışmaları mesela. Ama Türkiye büyük bir ülke, hepsi birkaç gruba ait olsa bile pek çok gazete dergi çıkıyor. Onlardan birkaçının kendi içinde haber fotoğrafçılığı eğitimi yapması ihtiyacın ne kadarını karşılayabilir ki…
Engin tecrübelerinize, hoş sohbetinize bizi dahil ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
Rica ederim.
Röportaj: Erkam Bülbül Fotoğraflar: Özcan Yurdalan
Bu yazı 2012 yılının Mart ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 61. sayısından alınmıştır.